‘Kitlelerin hayal gücü üzerine etki etme sanatı, onları idare etme sanatıdır’ demiş toplum ve kitle psikolojisinin ünlü isimlerinden Gustave Le Bon. Nasıl ki böylesi bir etki gücünün pek çok toplumda siyasi ve dini egemenlik sağlamak isteyenler tarafından sıkça kullanıldığı muhakkak.
Bu açıdan bakıldığında ölümden sonrasına dair hayal gücüne etki etmeye yönelik söylemlerle inanç olgusunu sömürenlerin eli hayli güçlü oluyor. ‘Algı’ da bu gücü pekiştiren en önemli faktör. Zira düşünmeden yaşayanların sorgusuz kabullenişleri onları algıyla yönlendirilmeye müsait hale getirmekte. Hal böyleyken eleştiriyor gibi yapıp hedeflenen konuları yücelten dizilerin normalleştirme gücünü yabana atmamak lazım.
Nitekim ekrandaki farklı örneklerle bu gizli etkinin nasıl devreye sokulduğunu... Hedefi tutturmak için izlenen yolda algılarla nasıl oynandığını defalarca vurguladık. ‘Muhteşem Yüzyıl’ın yaktığı ateşten ilhamla tarih rekabetçiliğine soyunanların ‘tarihi dizilerle yazıp kurmacalarla yaşatarak algı yaratma’ furyasının ardından ekranın yeni modası, yaşam biçimlerini çatıştıran öykülerden nemalanmakya şimdi yeni bir kapı daha açıldı bu alanda.
Psikiyatrik vakaların çarpık aile düzenlerini dayatan dizilerle ahlaksızlığa adeta alkış tutanların yanı sıra inançları doğrultusunda yaşayanlarla modern seküler dünya görüşünü benimseyenleri karşı karşıya getiren senaryo merakı aldı başını gidiyor. Tabii bunlara gösterilen tepkiler ve cezalar da anında gündemi doldurup eleştiri ikilemini yaratıyor. Kimi ‘yasakçı’ zihniyetini döküyor ortalığa, kimi sansürcülüğe karşı söylemle yorum getiriyor diziler üstünden kopartılan fırtınalara. Peki, buradaki gizli etki ne derseniz... Bu durumda iki gizli etki şekli çıkıyor karşımıza.
Birincisi; verilen her cezanın ve gösterilen tepkinin dizilere yönelik ilgi ve merakı yükseltme etkisi. Oyuncuları veya içeriği kendisine yakın bulmadığı için izlemeyi düşünmeyenler bile gündeme düşen sansür vs. haberlerinden etkilenip takipçisi oluyorlar bu işlerin. Böylece hakkında sansasyonel etkileşimler olmasa belki de yeterli ilgiyi göremeyecek yapımlar anında sıralamanın zirvesine çıkıveriyor. Kuşkusuz bu gizli etkinin toplum açısından olumsuz bir yanı yok.
İkinci gizli etkiye gelince... Sağ gösterirken sol vurmak! Asıl sorun olan da bu kandırmaca zaten. Şöyle ki; Böylesi işlerin içeriğine objektif bir gözle yaklaşıldığında, gösterilen tepkilerin aksine algılar yaratma gücüne sahip oldukları gerçeği çıkıyor karşımıza. Halihazırda ‘Kızıl Goncalar’ bu gizli gerçeği, derinlemesine tahlili dahi gerektirmeden, çok net yansıtmakta.
BANA BİLMEDİĞİM BİR HAKİKAT SÖYLE
Dizi denince akla ilk gelen aşk üçgenleri, ihanetler, sırlar, karmaşık aile yapıları ve silahların konuştuğu dünyalarla varlık bulan sıradanlıklar olur çoğu zaman. Lakin öyle yapımlar vardır ki, ‘Bana bilmediğim bir hakikat söyle’ dedirtmenin ötesine geçmeyi hedefleyerek çıkarlar ekrana. İşte cezalar alan, tarikatları ayağa kaldıran, soru önergesine konu olan, mekan izinleri iptal edilen ve izleyenleri ikiye bölerek merak uyandıran ‘Kızıl Goncalar’ bu ikinci kategoride.
Varlığından dolayı tebrik ediyoruz. Ancak içerik dilinde bolca ikilem taşıdığı ve gizli etkilerle görünenden farklı algılara sebep olmaya müsait bir senaryo mantığına sahip olduğunu işaret etmeden de geçemiyoruz. Oyuncu performansları, çekim kalitesi gibi detayları bir yana bırakarak diziyi ele alıp konuyu açarsak...
‘Bana bilmediğim bir hakikat söyle. Ama öyle bir hakikat olsun ki şu ana kadar bilmediğime pişman olayım’ diyen çift kişilik modasından nasiplenmiş gibi duran Cüneyd’le nişan hukuku çerçevesinde birlikte olan Zeynep kızın hikayesine odaklanan yeni bölümünde eğitim ateşiyle yanıp tutuşanların başı kapalı diye okula alınmama durumunun halen yaşandığı havasını yayan ‘Kızıl Goncalar’ın pek çok dikkat çeken olumsuzluğu var.
Bunlardan ilki ‘aile yapısı’ ikileminde gösteriyor yüzünü. Modernlerin aile yapısı yozlaşmayla eşdeğer işlenmiş. Evlatlık olduğunu bilmeyen Mira, anne ilgisinin yoksunluğunu ve dedesine layık olamamanın gerginliğini uyuşturucuyla gidermeye çalışan asi bir kız. Kendi gibi olmayanları ezikleyen profesör dede ailesine soğuk davranmakta... Anne-eş olamayı beceremeyip iş peşinde koşarak evi terk eden Doktor Beste ulaşılamaz halde... İşini yapmaya odaklı psikiyatrist Levent çaresizliğin pençesinde... Çocuğu, evliliği gereksiz görenler ilk bölümden devrede... Velhasıl alabildiğine tolerans ortamıyla donatılan modern aile tablosu, özgürlüğü ve modernliği temsil ederken, aslında her ferdiyle yozlaşmanın sembolüne dönüşmüş halde Alkanlı cephesinde. Buna karşılık adeta Osmanlı saray dönemi havasındaki Faniler huşû içinde adeta. Geleneklere ve dine bağlı yaşam tarzını benimseyen akıllı uslu aile tablolarıyla sunulmakta. Tercihiniz hangisi olurdu bu durumda?
İstanbul görmüş kızların bozulacağı söylemini algılara yerleştirerek ‘gizli etki’ görevinin hakkını veren yapımda, çürümüş elma üstünden tavırları ve yaptığı konuşmalarla, ‘şehzade’ profiline denk düşüp ‘Tarikat insanları ne kadar felsefi ve hak yemeyen kişiler’ dedirten dizide bir diğer ‘gizli etki’ detayı, insani yaklaşımlarda görülmekte. Mesela Levent’in yardımcısının ‘Siz niye mağaranızdan çıktınız? Orada kalsaydınız’ şeklindeki ötekileştirme ve aşağılama söylemi çok rahatsız ediciydi. Keza Mira’nın replikleri. Buna karşılık Meryem’le kızının vakur duruşu ve terbiyesi sürekli önde. Fanilerin Modernlere attığı bir gol daha! Anlayacağınız bu gibi sahnelerle yaratılan zıtlıklar dizinin Faniler tarikatını eleştirmekten ziyade modern kesimi olumsuz gösterme odaklı olduğu fikrini uyandırmakta. Birbirini anlayıp dinlemek var ya hesapta...
Dahası akılları Mürşit Efendi’nin cebinde olanların sohbetlerini felsefe dersine çevirircesine sunup buralardan hikmetler türetme çabasına girerek etkisine etki katan dizide sapla saman karışmış halde. ‘Sükunet bulmak için eşler yaratıldığı’ ya da ‘yarım elmanın çürüyeceği’ misali özlü sözlerle sürdürülen telkinlerin masumlaştırılmaları pek güzel ama... Öte yandan meslek gereği küçük yaştaki kızları harcatmama derdindeki modernlerin, iyilik amacıyla yola çıktıkları halde, bilip bilmeden ithamlar yapan Jakobenler pozisyonuna düşürülmeleri kafa karıştırmakta.
Sevap ağacının gövdesini, toprağa çiziktirilen fizik mantığıyla bağdaştıran yapımda adaletin-hakkın işleyişi de sorguya açık. Emniyetin telefonla şekillendirildiğini yansıtan dizide insani yaklaşımlardan algı geliştirme unutulmamış. İhtiyaç sahiplerine koliler dağıtan, ‘‘Sahipsizin sahibi Allah’tır’’ diyerek çocuk korumacılığına soyunan ve özellikle Cüneyd-Sadi Hüdayi ikilisinin sohbetleriyle özenti yaratan... Kendinden olmayan muhtacı görmezden geldiği halde hak geçirmeme olayını bolca dillendiren Fanilerin karşısına ‘İnsanoğlu yalancıdır’ güvensizliğiyle yaşayan ve devleti-polisi karıştırmadan olay çözmeyi telkin eden modernlerin takıntılı-hoşgörüsüz tavırları konmuş. Ne diyelim...
İlaveten... Gazetecilerin birine yamanmadan yazı yazamadıkları, idealler uğruna zorluklara katlanmak gerektiğini, hayallerin boşluğunu, modern kadınların düzenin içinde yer bulamadıklarını dillendirerek yaralara parmak basıyor gibi görünen senaryonun diğer taraftan küçük kızların erkeklerle evlenmelerini adeta lütuf olarak göstermesi ‘Kadının yeri iş hayatı değil, erkeğin yanıdır’ fikrini dikte eder gibi!
Küçük kızların tek hedeflerinin evlilik olduğu fikrini Faniler üstünden yansıtıp güç elde etme hevesini Hasna üstünden gösterirken Müyesser ile olumlu tablo çizen içerikte göze çarpan bir ayrıntı da modernlerin diğerlerine bakışında. Misal; Senaryo, Suavi Bey’le bir yandan günah çıkartmaya girişiyor. Bir yandan da küçük yaştaki evliliklerin çokluğundan bahsedip bunu doğallaştırırken Suavi Bey’in saçma sözleriyle durumu izah edip modernlerin, diğerleriniı ‘değişimden korkan hastalar’ olarak gördüğü imajını doğuruyor. İnanan çıkar mı? Neden olmasın!
Ve mesajcılığa soyunulurken yaratılan abartıların mantıksızlığı... Eczanede kimlik ve reçete verildiği halde ‘Bu ilaçlar sizin için mi’ şeklindeki mantıksız soruyla Cüneyd’e felsefe imkanı yaratan dizide nicesini saymak mümkün. Ancak en dikkat çekeni, gündemde olmayan bir yarayı deşmesi! ‘Susuzluktan ölecek olsan elimden su almayacak mısın? Ben ölecek olsam bana su vermeyecek misin?’ gibisinden söylemler neyin kafası? ‘Farklı dünya görüşü olan kitleleri kaynaştırmak’ ya da ‘Topluma ayna tutmak’ desek gerçekçi mantıkla yaklaşmış olur muyuz konuya? Hiç sanmam. Çünkü kapalı vatandaşların her alanda çalıştığı, gayet rahat olduğu günümüzde böylesi sorun yok. Dolayısıyla bu söylemler 28 Şubat ateşini harlamaktan, algılara oynayıp gizli etki yaratmaktan ibaret mantıksızlıklar olarak orta yerde kalıveriyor sonuçta.
NİHAYETİNDE; Isaac Newton’ın ‘Evrendeki her etkiye karşılık eşit büyüklükte ve zıt bir tepki vardır’ sözünü kullanan ‘Kızıl Goncalar’ bilmediğimiz bir hakikati söylemekten uzak olsa bile... Özellikle ‘Had bildirmeye gelmediniz siz bu aleme’ diyen Cüneyd’in güçlü varlığında izlenmeyi hak etmekte. Dahası cesur söylemine karşılık aldığı yanlış tepkilerle ve yarattığı zıt etkilerle de dikkat çeken bir iş diyebiliriz.
Algısal dengenin hangi yönde geliştiğiyse, apaçık görülmekte. En azından şimdiye kadarki bölümlerde durum bundan ibaret. Gizli etkileri görebilen gözlere ‘Hak razı olsun’ derken son söz Andre Gide’den... ‘Bir etkinin iyi veya kötü oluşu kesin olmayıp, etki altında kalan kişiye göre değişir’.
Anibal GÜLEROĞLU