Kösem’le Muhteşem’i yakalamak…
Gözümüz aydın. Nur topu gibi bir ‘Muhteşem’imiz daha oldu. ‘Muhteşem’ kelimesi nasıl da iddialı bir sözcük değil mi? Görkemli, ihtişamlı, debdebeli anlamlarını taşıyan ‘Muhteşem’ aslında son yıllarda en basitinden Sultan Süleyman’ın Harem’i ve Hürrem’i çevresinde gelişen popüler kültürle yoğrulmuş bir diziyi akıllara düşürmekte. Hani google amcaya ‘Muhteşem’ diye soracak olsanız hemen ‘Muhteşem Yüzyıl’ı koyuyor önünüze… O derece.
Öte yandan hakikaten muhteşem olabilmek sanıldığı kadar basit bir durum değil. Muhteşem olabilmek için epeyce ter dökeceksiniz. Lakin günümüzün basite indirgenmiş algısı dâhilinde sıradanlaşan muhteşemlik değişik boyut kazanmış halde. Adeta bir tutkuya dönüştü. Hele ‘Muhteşem’ olarak sunulanlardan muhteşem getiriler elde etme alışkanlığı aldı yürüdü. Farklı alanlarda denenmiş bu hakikatin tarihten kurgulara yansıyan yüzüyse, başlı başına bir olay. Zira tarihi, gerçekleriyle ele alıp anlatmak, çift ağızlı bıçak durumunda!
Sunum bakımından olaya yaklaştığımızda, çoğu kez gerçeklerle çelişen tarihi betimlemelerin sanıldığı kadar muhteşem bir tablo çıkartmama ihtimali kuvvetle muhtemel. Önemsenir mi? O ayrı mesele. İçerik yönü derseniz, buradaki handikap daha da büyük. Yıllar boyu dikte edilen tarihin perde arkasındakileri sorgulamaya yol açan ve muhteşem kisvesi altında nice entrikaların döndüğünü, canların alındığını açığa çıkartan kurgular hedef haline getiriliyor hemen. Şimşekleri çekmemek için çark edilince de bocalama başlıyor. Nitekim bu yanlışları ‘Muhteşem Yüzyıl’ döneminde çok yaşadık. Bu hatalı yaklaşımı bir özet geçersek…
Daha yayınlanmaya başlamadan çıngar kopartılmıştı, ‘Muhteşem Yüzyıl’ın içeriği hakkında. Oysa asıl eleştirilmesi gereken içeriğinden ziyade çok basite indirgenmiş sunumu ve mantıkla çelişen sahneleri olmalıydı! Ancak gözünün önünde dağ gibi yığılı sorunları geçip tarihten günümüze bağlantı kurmaya merak saranlar, samanlıkta iğne arar gibi ‘Muhteşem Yüzyıl’dan tarihi rencide edici detaylar cımbızlamaya çalıştılar. Neticede boşluktan, boşluk doğarmış ya… Ancak bu kez öyle olmadı. ‘Muhteşem Yüzyıl’a yönelik bu boşluklardan büyük reklam doğdu.
Böylece tükenmişlik sendromu bahanesiyle diziyi yüzüstü bırakıp giden Hürrem’in bozuk Türkçesiyle yarattığı çekicilik ve Harem entrikalarının tutkusu, sıkça gündeme getirilen ‘Tarih elden gidiyor’ hezeyanlarının tetiklediği merakla birleşince, yola çıkarken çelmelenmek istenen… Buna rağmen dört sezon ekranda kalmayı başaran ‘Muhteşem Yüzyıl’, muhteşem bir ilgiyle izlenip muhteşem getiriye sahip oluverdi. Kısacası; milletin çenesi yorarak bolca akan çeşme, birilerinin testilerini dolup taşırdı. Yarasınnn…
Şimdi aynı biçimde eleştiri bombardımanıyla karşı karşıya olan ‘Muhteşem Yüzyıl’ muhteşemliği bir kez daha sahnede… Tarih malzeme yaratma bakımından muhteşem olunca bu kaynağın devamından faydalanmamak akıl kârı olmazdı tabii! Peki, Hürrem’in devrini kapatıp Kösem’le yola devam eden ‘Muhteşem Yüzyıl’ın yeni süreci nasıl bir tablo sergiledi? Oyunculuk, içerik başta olmak üzere yapımın geneli ‘muhteşem’ sonuçlarla bizi etkileyebildi mi? Lansman yüzü suyu hürmetine bol keseden yağ çekmeden ve dahi ‘Tarih elden gidiyor’ kafasıyla körü körüne karalamaya girişmeden, önyargısız kurgu mantığıyla bakalım bir yol...
‘‘DA VINCI’NİN ŞEYTANLARI’’NI HAKLI ÇIKARTAN BAŞLANGIÇ
‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’in başlangıç evresinde ilk dikkatimi çeken detay, dizinin birtakım klişe kaygılardan arınmış olarak tarihe yaklaştığı! Zaten tarihi, ders kitaplarındaki kalıpların ötesinde yorumlayarak geçmişin dayatmalardan ibaret olmadığını hissettirip bir ilke imza atma cesareti gösteren ‘Muhteşem Yüzyıl’ da aynı bakış açısına sahipti. Dolayısıyla, geçmişe at gözlüğüyle bakmamak adına, gayet olumlu bulduğum bu yaklaşım doğrultusunda bir başka hakikate saptama yapmadan ilk bölümün performans kritiğine başlamak istemedim.
Şöyle ki; Geçtiğimiz günlerde bir başka tarihi kurgu olan Da Vinci’nin Şeytanları yeni sezonunu başlatmıştı. İzleyenler bilir diziyi. İzlemeyenlerse, ilk sezonundan itibaren ara ara medyada kopartılan yaygaradan duymuştur adını. Biz yine de ‘‘Da Vinci’nin Şeytanları’yla alıp veremediğimiz nedir’’ diye soranlara cevap babında konuyu kısaca açalım.
Dizinin yeni sezon başlangıcında, Osmanlı askerlerinin baskın yaptıkları yerdeki kadınları zorla kaçırışları, geri kalan halka kötü davranarak korku salışları resmedilmekte. Bizdeki alınganlığı devreye sokup kafayı taktıran sebep de bu… Yani, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerlerinin savaştıkları yerde bulunanlara karşı tavırlarının aşağılayıcı görülmesi! Bu konuya, farklı pencereden bakarak bir yorum getirmiştim zaten. Şimdi ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’le Da Vinci’nin Şeytanları’nın ne ilgisi var derseniz… Ortak nokta, Osmanlı’nın yabancı ülkelerdeki ürkütücülüğünün ve kadınlara karşı tavrının her iki dizide denkleşmesi!
Yunanlı Sofia’dan Safiye’ye devşirilmenin ardından Dünya’nın Kalbi’ni parmağında oynatmaya başlayan Valide Sultan’ın, torunu I. Ahmed’e hediye etmek için getirttiği Anastasia’nın yani ilerisinin Kösemi’nin yerinden yurdundan kopartılış sahneleriyle, ABD dizisindeki yansıtma fazlasıyla uyuşmakta.
Safiye Sultan’ın yolladığı adamlar, Kefalonya’da kendi ahalisiyle memnun mesut yaşayıp üzüm ezen, şarkılarla dağ bayır coşan Anastasia’nın memleketine ayak bastıkları andan itibaren korku rüzgârı salıyorlar. Halk evlerine kapanıyor, çocuklarını saklıyor. ‘Barbarlar’ diyerek eleştirdiğimiz sıfatı Osmanlı askerlerine yakıştıran Anastasia’nın ailesi de gizli yere koyuyorlar çocuklarını. Ama hain bakışlı Osmanlı görevlisi onları bulundukları delikten çekip çıkartıyor. Babanın önüne bir kese altın atarak mal gibi satın aldığı kızı tehditlerle çeke çekiştire götürüyor. O esnada görüyoruz ki, dışarıdaki tablo da kızdığımız ABD dizisindekine benzer biçimde… Ev halkı elleri arkadan bağlı yere diz çöktürülmüş, tepelerinde de palalı Osmanlı askerleri… Artık kelleler mi uçacak, belli değil. Özetle; ‘Muhteşem Yüzyıl’ın Kösem’i sahneye çıkartma anları, tam da topa tutulan Da Vinci’nin Şeytanları’nı haklı çıkartan türden!
‘YOK ASLINDA BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ’ DİYEN ‘MUHTEŞEM’LİK
Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden 24 yıl sonra dünyaya gelen III. Mehmet’ten olma, Handan Sultan’dan doğma I. Ahmed’in ‘Kadim kanunlar, kalpten geleni silebilir mi’ sorgusuna dayanan anlatısıyla açılışını yapan ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’le ilgili ‘tarih algısı’ saptamamızı yaptıktan sonra dizinin performans kritiğine geçecek olursak…
Osmanlı Sarayı’nda Fatih Sultan Mehmet’le yasal hale getirilen kardeş katline eleştirel bir bakış atıp I. Ahmed’i derinden etkileyen 19 tabutun karalığını ‘Taht için katliam mubahtır’ söylemleriyle aklamaya çalışanların profillerini sunan başlangıçtan çıkan ilk mesaj, bir kez daha ipini koparanın ipi eline alıp dağ gibi şehzadelere kıydığı tarihle yüz yüze geleceğimiz! Dizinin kendisi de ‘Masallardaki şehzadelerin yaşamı koca bir yalandır. Biz ya padişah oluruz ya da katlediliriz...’ sözleriyle Saray yaşamını dile getiren I. Ahmed’le bu gerçeği en baştan ortaya koymakta zaten. Zaman içinde tarihsel açıdan nasıl bir yönelim gösterileceğini hep birlikte izleyeceğiz. Öte yandan bu oldukça derin ve tartışmaya açık bir konu. Dolayısıyla yapımın tarihi detaylarını ve buralardan çıkan mesajları bir başka yazıya bırakıyorum.
Şu aşamada diziye getirilecek en basit yorum; bir günde 19 şehzadeyi öte tarafa yollama kanlılığı sergilenen Osmanlı geçmişini özetleyen ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’in, tıpkı yaşamdaki gibi ‘devamlılık esastır’ mantığı üstüne kurulu bir iş olduğu! Yani bir devri kapayanlar, diğerini açtılar. Kişiler ve onları canlandıranlar değişti ama kurgudaki ‘Muhteşem’ tarih tekerrürden ibaret kaldı. Yani özgünleşerek muhteşemleşemedi. Dahası, izleyiciyi çekmek için aynı üslup ve akılcılıkla hareket edildiği de her sahnede kendini göstermekte.
Cast çalışması 21 ülkede yürütüldüğü söylenen, prensipte 75 ülkeyle anlaşıldığı belirtilen ve İstiklal Caddesi’ndeki sürpriz orkestrayla muhteşem müziği eşliğinde yayın öncesi reklamı yapılan dizi, Al-i Cengiz soyundan Şahin Giray Han’ın hediyesi aslanla, vicdan muhasebesi ve Anastasia metaforu yaratmanın dışında bir orijinallik çıkartamadı ortaya. Sanki Hürrem’le dikkatleri çeken ‘Muhteşem Yüzyıl’ yeni baştan devreye sokuldu. Ancak bu kez gerek oyunculuk gerekse işleniş bakımından bir donukluk hâkim. Yani izleyene heyecan ve his aktarımı oldukça zayıf! Misal I. Ahmed’i izleyen Hatunlar arasındaki sohbetin ezber havasında geçmesi… Celalilerle çatışmanın, çadırda yapılan pazarlığın eğretiliği… Alihan Türkdemir’in çok güzel canlandırdığı Şehzade Mustafa’nın annesiyle kaçışının kestirmeciliği… Cennet Hatun’un komedi havası kattığı Harem atmosferi… Muhteşemlik bir yana hiç tatminkâr değil.
Kısacası; Ekin Koç’la mükemmel biçimde hayat bulan ve onun oyunculuğu sayesinde dik duran ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’de sahnelenenler o denli soğuk ve sunum öylesine teatraldi ki, hikâyenin samimiyeti ve özünü hissedemedik. Başlangıç itibariyle pek yansıyamadı bize.
Bu tutukluğun gerekçesi ne peki? Dört bölümü hazır olan dizinin yenilik tutukluğu desek, oyuncular adına kabul de… İçerik ve yönetim deneyimi noktasında, onca zamanın Muhteşem’inden sonra tutukluk yaşanması imkânsız! Hem zaten dekor belli, konu belli, yol haritası belli. Öyleyse anlatım dilindeki neyin tutukluğu?
Bana göre bunun sebebi, bir devam işi olan ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’in yaratılışında güdülen mantık… Daha net ifadeyle ‘‘Yok aslında birbirimizden farkımız. Çünkü biz Osmanlı Sarayı’nın Harem’e endeksli anlatımıyız’’ yaklaşımı! Bu yaklaşım, yaratıcılığı dondurmuş. Buzdolabından çıkartılıp sofraya konmuş misali bir sunumla servis edilen dizinin başarısı; gideri olan isimlerin getirisine ve bozuk Türkçeyle bağıra çağıra vahşilik sergileyip yeni bir Hürrem yaratması beklenen Anastasia’nın çekeceği ilgiye endekslenmiş. Hal böyle olunca da kendi bünyeleri içinde göze çarpan karakterler bir araya gelip başarılı bir ekibe dönüşememiş. Yazık.
BAŞARILI OYUNCULARA RAĞMEN İYİ OYNAYAMAYAN TAKIM GİBİ!
Sonuçta; Kösem’le Muhteşem’i yakalamak için düğmeye basıldı. Zorla getirilen yabancı kadınların, ağlayarak geçtikleri Altın Yol’un intikamını, güç sahibi olunca çevirdikleri entrikalarla aldıklarını bir kez daha akla düşürerek ‘Kösem’i yaratma sürecini başlatan ‘Muhteşem Yüzyıl’ın devamı ekranlarımızda. Reyting sıralamasındaki yeri de her halükarda belliydi zaten. Sonuçlar sürpriz veya muhteşem değil. Buna dair ekstra sözümüz yok.
Lakin 13-14 yaşındaki Anastasia’yı Sultan’ın yatağına yollayan… 17’sinde henüz sünnet olmamış, sancağa çıkmamış I. Ahmed’i saltanat entrikalarının kucağına atan… Kalfalarından Hatunlarına Dünya’nın Merkezi övgüsüyle sunulan Osmanlı Sarayı’ndan masalsı kurgusallık yaratan… İngiltere tutkusunun kökünün Safiye Sultan’a dayandığını, kıymetlisi Kedi Elizabet’le resmeden… Saray koridorlarının izbesinden gizli bahçeye geçip cehennemle cenneti buluşturarak masalsı bir aşk çıkartmaya çabalayan… Tablodaki kuzulu kızı, hafiye gibi bulup cülus hediyesi olarak Padişah’a sunduran… ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’in performansı için söylenecek sözümüz, ekranda kaldığı sürece hayli bol olacak.
Cülus bahşişi veremeyecek kadar zor durumdaki Osmanlı’nın başına geçip ‘Ben nasıl bir devlet teslim aldım’ diye sorgulayan I. Ahmed’i… Kadınlara ömürleri boyuncu biçilen sıfatların çokluğunu hatırlatan ve mimikleriyle oynayan Hülya Avşar’ın Safiye Sultan duruşunun Saray’a yakışıp yakışmadığını… Ve Hürremleşme çabasındaki Kösem’in performansını bir başka yazıda irdeleyeceğiz.
Şu an için son sözümüz; Merak beklentisiyle ve Kurtlar Vadisi Pusu’dan başka ciddi bir rakibin bulunmadığı Perşembe gecesi avantajıyla yelkenlerini şişiren ‘Muhteşem Yüzyıl’ yaratıcıları, Kösem’le yeni bir muhteşem tarih tartışması başlatmış olsalar dahi, içerik ve kurgu bakımından bir muhteşemlik sunamadıkları yönünde. Diyeceğim o ki; Bütün oyuncularını, başarılı top koşturan yıldızlardan seçen ama bunları bir arada oynatamayan futbol takımı gibi bir tabloya sahip ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’… Tabii bu yorumum ilk bölüm itibariyle. Devamı, zaman içinde… Osmanlı’nın Harem’inde tezgâhlanan kanlı tarih yolculuğunda ‘Kadınlar Saltanatı’ sürmek isteyenlere yeni maceraları hayırlı olsun.
Anibal GÜLEROĞLU