Habbeyi kubbe yapmak, büyük söylemlerle gerçekleri saptırmayı adet edinenlerin kendi kendini tatmin aracı gibi… Herkesin kötü huyu kendine diyeceğiz ama… İçinde yaşadığımız dünyanın cehaletini ve gaza gelme zafiyetini göz önünde bulundurduğumuzda, abartı ve söylenti yayma alışkanlığının kişisel doyum aracı olmanın ötesinde zararlı ve yanıltıcı boyuta ulaştığı aşikâr! Nasıl ki, abartıları-fısıltıları referans alarak habercilik yapma merakını yol haritası olarak kullanmaya başlayan kimi medya unsurları da bu olumsuzluğu sıkça sergilemekte. Kapalı kapılar ardındaki gelişmeleri sorgulamadan ‘nokta’ koyma hevesini her konuda gösterenler, dereyi görmeden paçaları sıvayıp laf üretmekte doludizgin.
İçi kof, iddialı manşetlerden medet uman medyada, FOX TV’nin gelecek sezon haberlerden arınmış(!) eğlence kanalına dönüşeceği ve yeni bir haber kanalı kuracağı fısıltıları ortalığa yayılırken aslını astarını öğrenmeden bu söylentilerin üstüne atlayanların habercilik mantığı da çıkabiliyor karşınıza… Yönetmen ve senaryo kademesi yabancılara teslimken, yapımcı ve birkaç oyuncu bazında ‘yerli’ kabul edilen Hollywood ürünü ‘Osmanlı Subayı’ üstünden ahkâm kesip kışkırtıcılığa kalkışanların yanıltıcılığı da! Ya gerçek durum?
İsmail Küçükkaya’nın, kendileriyle ilgili haberi magazinsel tatta ince göndermeyle karşılayıp haberciye laf vurmanın ardından, soru işaretleri yaratan kutlamalı bir söyleme yöneldiği FOX TV cenahında işlerin nasıl gelişeceğini şu aşamada bilemediğimizden konuya yorum getirmek yanlış olur. Buna karşılık vizyondaki ‘Osmanlı Subayı’yla ilgili gerçekler ayan beyan ortada. ‘Sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değer değildir’ demiş ya Sokrates… Biz de bu sözü ilke edindiğimizden, gösterime girmeden aylar öncesinden yanlış vurgulamalarla lanse edilen, buna karşılık film haliyle yaratılan beklentileri boşa çıkartıp eleştirilere hedef olan ‘Osmanlı Subayı’nı sorgulayalım; gerçekten hayal kırıklığı mı bakalım dedik.
Filmle ilgili değerlendirme yazımın, sinemaya dair tek satırı olmayanlar çağrıldığı halde ne hikmetse davet edilmediğim basın gösterimine gidemeyip, vizyonda izlemek durumunda kaldığım için geciktiğini belirterek başlayalım irdelememize…
OSMANLI SUBAYI’NDA NE UMDUK, NE BULDUK
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı dönemindeki Ermeni vakasının siyasi yönü bir tarafa, bu olayın sinemada ses getirmek isteyenler tarafından sıkça kullanılan bir tema olduğu kesin. Kanal Türk’te de yayınlanmış olan Atom Egoyan’ın ‘Ararat’ı… Fatih Akın’ın vizyon tartışmasına hedef olan ‘The Cut’ filmi… Tehcirin acısını iki çocuğun gözünden aktaran Aren Perdeci ve Ela Alyamaç’ın Kültür Bakanlığı’ndan destekli ‘Yitik Kuşlar’ı… Daha önce iki kez filmleştirilmek istenen ancak diplomatik nedenlerle ertelenen ‘‘Forty Days of Musa Dagh/Musa Dağ’da 40 Gün’’ isimli kitabı temel alıp Terry George yönetmenliğinde çekilen ve Christian Bale ile Oscar Isaac’i buluşturan ‘The Promise’… Ermeni tehcirini konu edinen örneklerden. Şimdi ‘Osmanlı Subayı’ da katıldı bu kervana. Katıldı da ne oldu? Farklı bir ufuk açabildi mi o dönemle ilgili olarak?
Doğruyu söylemek gerekirse henüz filmi izlemeden IMDb puanlarını 10 olarak verenler gibi abartı içinde olmasam da ‘Osmanlı Subayı’yla ilgili beklentim hayli yüksekti. Zira ‘Filinta’ ve ‘Payitaht Abdülhamid’ dizilerini ekranımıza kazandırarak tarihi işler konusunda kendilerini ispatlayan Yusuf Esenkal ve Serdar Öğretici gibi isimler yapımcılar arasındaydı. Dünya filmlerinin en büyük özelliğinin teknolojiden ziyade anlattıkları hikâyeler olduğunu söyleyerek doğru bir noktayı işaret eden yapımcının, bizim topraklarımızdaki ortak hikâyeleri ele almaya yönelik saptaması da beklentimde etkendi. Ancak Joseph Ruben yönetmenliğindeki ‘Osmanlı Subayı’nı izlediğimde beklentimin karşılığını tam veremediğini gördüm. Sebep?
-‘Osmanlı Subayı’nda ne umduk ne bulduk derken öncelikle üstünde durulması gereken detay, filmle ilgili beklentide yanılgıya düşmemek! Zira yapım aşamasındayken sunuluş biçimi insanı farklı beklentilere yönlendirmeye müsaitti. Şöyle ki, ‘Amerikan sinemasının bir Osmanlı hikâyesi anlatması’ şeklinde sunulması, Birinci Dünya Savaşı eşiğindeki Osmanlı’nın ve 1915’te yaşananların tarihsel yorumu gibi algılanmasına sebep olacak bir süreç başlatmıştı. Nitekim gerek ülkemiz medyasında, gerekse Amerika’daki Ermeni kesiminde bu önyargı geliştiğinden film vizyona girmeden çatışmacı söylemlerle karşılaştık. Oysa gerçekte bu yapımın özü, o yılların atmosferinde yaşanan aşk üçgenine dayalıydı! Yani tarihi açıdan o dönemde yaşananları masaya yatırıp tartışmalı sorulara cevap veren özellikte bir içerik beklemeden filme gitmek lazım! Maalesef ben de bu hataya düştüm.
-Prodüksiyon yönüyle söylenecek söz olmayan ‘Osmanlı Subayı’nda bir diğer beklentiyi karşılamayan ayrıntı, filmin sahnelerinin doğallık hissettirmekten ziyade ısmarlama bir iş havasında çekilmiş olması… Ki bu da kurguyu etkilemekte! Daha net ifadeyle sinema tekniği ve görüntü kalitesi yerinde lakin yönetmen bu işe ruhunu katamamış. Hani bizdeki ‘Filinta’yla kıyaslayacak olursam, dizinin verdiği duygunun-izleyiciyi kavrama özelliğinin Hollywood imzalı ortak yapım ‘Osmanlı Subayı’na fark atacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
-Yaklaşık 30 milyon dolar olduğu belirtilen bütçesinin karşılığını verme noktasında ‘Osmanlı Subayı’nın bir başka zayıf kalan yönü, Jeff Stockwell imzalı senaryosu. Tıbbi malzemeleri Osmanlı’daki muhtaç bölgeye getirmek ve bir anlamda kendi dünyasını bulmak için yollara düşen hemşirenin anlatımıyla başlayan öykü alabildiğine klişelerle dolu ve sığ. Ruslarla başlayan savaş ve Ermeni çetecilerin saldırılarıyla tehcir olayını, yapım gereği arka plana atmasını anladık da… Hemşire Lillie(Hera Hilmar), ona koruma subayı olarak tahsis edilen İsmail(Michiel Huisman) ve insanlar arasındaki adaletsizliğe başkaldıran Doktor Jude(Josh Hartnett) arasında oluşan aşk üçgenindeki öyküde de vurucu bir yön yakalamak hayli zor. Senaryo, aşk ve savaşı iç içe geçirerek Oscar ödüllerini toplayan ‘İngiliz Hasta’ya öykünme hissettirmekle birlikte öylesi bir enerjiye ve duygu yoğunluğuna sahip değil ne yazık ki! Acaba senarist, ilerlemekte zorluk çeken içeriği inanmadan, öyküyü benimsemeden mi yazmıştır?
-Dönem sunumu açısından bir sıkıntısı olmayan ‘Osmanlı Subayı’nda, ayrıca oyuncuların canlandırdıkları karakterleri özümsemediği hissine kapılmak da mümkün. Bu hususta başı çeken, Oscar ödüllü Ben Kingsley! ‘Gerçeğin İki Yüzü’ filmindeki yeryüzü doktorları havasında görev üstlenme tablosuyla ‘‘Van’da Amerikan hastanesinin ne işi varmış’’ diye düşündüren hastanenin başı olan Woodroof’u canlandırırken karakterin gayesini hissedebilene aşk olsun. Alabildiğine derinliksiz olan bu tipin ‘Burası bir kadına uygun yer değildir’ diyerek cinsiyetçi bakış açısı ortaya koymasının ve Haluk Bilginer’in canlandırdığı Halil Bey karakterinin mesajcılığına payanda olmasının ötesinde dişe dokunur bir fonksiyonu yok.
‘Osmanlı Subayı’nın temel direği İsmail deseniz, Michiel Huisman ile kel alaka… Rock yıldızı gibi karizmatik görüntü vermesi iyi de, onu izlerken ülkesi savaşta olan bir Osmanlı Subayı gerçekçiliğini yakalamak için hayli çaba harcamak lazım. Yani aidiyet duygusunun olmayışı, karakterin bizdenliğini etkilemekte… Olayı, Osmanlı’dan çıkartırsanız tamam da… Keşke İsmail için yerli bir oyuncu seçilseymiş dedim kendimce. Kendi hikâyesini anlatacağı söylemiyle açılışını yapıp dünyayı değiştireceğini sandığını lakin dünyanın onu değiştirdiğini dillendiren Hemşire Lillie ve savaşın Anadolu’yu ikiye böleceğini düşünen Doktor Jude, bu bağlamda rolleriyle en iyi uyuşan oyuncu durumunda. Zira ikisi de içinde bulundukları ortamın yabancısı zaten.
-Ve son olarak Haluk Bilginer ile Selçuk Yöntem’in, laf ola yerli isim de buluna, babındaki varlıklarının yarattığı hayal kırıklığı! Ülkemizi fon alan yabancı öykülü film olsa Haluk Bilginer’in bir görünüp kaybolduğu kısa sahnelere alışkınız ama sonuçta anlatılan bir Osmanlı hikâyesi ve ortak yapım. Yani başrolde yer alıp da bu kadar kısa görünmek biraz abes kaçmış. Önemli olan süre değil rol deniyorsa, o vakit de durup rolün derinliğine bakmak lazım… Ki, bu noktada da yabancı bir öyküyü işleyen ‘Son Umut’ filmindeki Yılmaz Erdoğan-Cem Yılmaz ikilisinin rol potansiyelinin yanına dahi yaklaşılamamış. Bilginer ve Yöntem’in filmdeki varlığı süs niyetine kısacası.
Benzeri konuyu işleyen filmlere kıyasla ‘uzlaşmacı dil’ ufkunu açıp farkını ortaya koyan ‘Osmanlı Subayı’yla ilgili gerçeklerden sonra içerik babında nasıl bir film olduğuna geçersek…
‘OSMANLI SUBAYI’ NASIL BİR FİLM?
Kışkırtma heveslilerinin beklentisinin ve dere görmeden paça sıvayanların önyargısının aksine, ‘Osmanlı Subayı’ bir iddia-ispat işi değil. ‘Ortak acı’ olarak ele alınan Ermeni olaylarını Hollywood’un yumuşatma mantığıyla arka perdeden görüp Müslüman erkek-Hıristiyan kadın aşkının güçlüklerine odaklanan, gayet ılımlı ve insancıl dile sahip bir film.
Dünyayı değiştireceğine inanıp Cami’de Tanrı’nın iradesini hissederek duygusallaşan Amerikalı Lillie ile özgürlüğün bir hayal olduğunu düşünen Subay İsmail’in ‘Aşk mı, görev mi’ çıkmazındaki aşkıyla yol alan filmde vurgulanmak istenense, sorunsuz yaşayan insanların arasına nifak tohumu ekenlerin emperyalist güçler ve çıkar odakları olduğu gerçeği! Sevginin her şeyin üstünde olduğu ve insanlığın bu paydada buluşabileceği umudunu aşılayıp, bilinçaltındaki düşmanlıkları kırmaya yönelik yapımda kayda değer üç mesaj öne çıkmakta…
Bunlardan ilki, Haluk Bilginer’in, Ben Kingsley karşısındaki şovu diyebileceğimiz sahnedeki sözleri. ‘Biz bin yıldır buradayız. Siz yok olduğunuzda da burada olacağız’ şeklindeki büyük söylemle Doğu Anadolu’yu karıştıran emperyalistlere göndermede bulunan Halil Bey böylece geçmişten günümüze vuruyor taşlarını. Tabii ABD’deki orijinalinde bu sahnenin özünü anlayan çıkmış mıdır o da ayrı? Anlaşılmamışsa o takdirde ‘biz bize’ mesajcılığı aşamamıştır.
‘Osmanlı Subayı’ndaki diğer mesaj, daha global… Askerlerin de insan olduğunu ortaya koyan türden. Osmanlı askerinden tehcire gönderilen Ermeni köylüleri serbest bırakmasını isteyerek yanlışa karşı direnenler olduğunu, vicdani ve insancıl bir üslupla, ortaya koyan İsmail, ‘Üniforma giyip silah taşımam beni bir katil mi yapar’ diye isyan ederken emirleri yerine getiren askerlere katil gözüyle bakanlara yöneltiyor sözünü. Asker de insandır ama silah da kötüdür neticede!
Filmdeki en çarpıcı ve bir o kadar da yabancılar nezdinde tartışmaya açık olan mesaja gelince… Hemşire’nin sanki büyük olaylar aktaracakmışçasına başlattığı öykünün içindeki Ermeni tehcirinin ‘Osmanlı, Ermeni asileri durdurmak için gereken tedbirleri aldı’ mantığıyla işlenmesi! ABD’deki vizyonda bu detay nasıl bir yankı uyandırmıştır? Yapımcının deyişiyle, ‘ortak acı’yı işleyen filmde hem Ermenilerin Ruslarla bir olmasının hem de savaş esnasında kimi kendini bilmezler tarafından Ermeni halka yapılan bazı zorbalıkların ele alındığını hatırlatıp… İki yönlü konudaki yorum tarihçilerin, diyerek noktalayalım konuyu.
SONUÇTA: ‘Öpüşme sansür edilmiş mi, edilmemiş mi’ gibisinden ayrıntılara takmadan, genele odaklanarak izlediğim ‘Osmanlı Subayı’, Hollywood’la ortak işler yapmak adına atılmış olumlu bir adım görünümünde ve gaza gelip beklenti geliştirmeyenler ya da art niyetle yaklaşmayanlar için hayal kırıklığı değil. Lakin gönül isterdi ki, devamını ‘Mevlana’ ile getireceği söylenen bu adımda, sermaye ve mekânın ötesinde bizden unsurlar daha ağır bassın! Çünkü bu pozisyonda tam anlamıyla Hollywood işi kıvamında.
Hal böyleyken ABD’de ilk hafta sonunda 149.830 Dolar hâsılat elde ederek, hafta sonu açılışını 4.095.718 Dolarlık hâsılatla yapan rakibi ‘The Promise’ karşısında maddi getiri açısından geride kalan ‘Osmanlı Subayı’nın yukarıda sıraladığım gerekçelerden dolayı umulanı, bulunanın gerisinde bırakan bir tabloya sahip olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, prodüksiyonun Hollywood gücü ve merakın yarattığı dürtüyle kendini sıkmadan izlettirmeyi başardığı da kesin. Yalnız tavsiyem, Türkçe dublajlı olarak izlenmesi yönünde... Aksi takdirde Osmanlı karakterlerindeki yabancı oyuncuların İngilizce sunumuyla Osmanlı öyküsüne adapte olmak, Amerikan işgali altındaki ülkede kendi kültürünü yaşamaya çalışmak kadar güç olacaktır! İyi seyirler…
Anibal GÜLEROĞLU