Ne itirazları, bitmeyen sayımlarıyla ibretlik örnek teşkil eden seçim ortamının gerilimi… Ne su akar yolunu bulur misali, çabucak geçiştirilen yolsuzlukların akıbeti… Ne de cevabını kestirmenin güç olmadığı Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı meselesi… Ekranlara bolca malzeme sağlayan bu konuların hiçbiri bizi kesmiyor artık. Zira bünyemiz alışmış bir kere jet hızıyla değişen sorunlu gündeme.
Hatta bu doğrultuda, sırf kimileri tepki gösterdi diye bir yerlerden fırlayıp gündeme gelmeye heveslenenlerin, defalarca çevrilmiş ‘Nuh’ filmlerini umursamadan, vizyondakini ‘Peygamberin yüzünü gösteriyor ama’ gibisinden safsatalarla eleştirmesini… Tıpkı ‘Muhteşem Yüzyıl’da olduğu gibi, popüler bir konuda laf üretmekte hızını alamayanların, demokrasinin ‘D’sinden nasiplenmemiş ülkelerdeki yasakçılığa özenmesini… Dahası ekranlara çıkıp ahkâm kesmeyi vazife edinenlerin, dinlerin henüz oluşmadığı bir dönemden kutsal kitaplara(ilk Tevrat’ta yer almıştır) aktarılan efsanevi öyküyü, diğer dinlerdeki mevcudiyetini hiçe sayarak sahiplenme işgüzarlığına girmelerini de, ‘Bu aymazlığın sonu nereye varacak’ diye sorgulamak yerine, ‘Bir kaşık suda fırtına kopartmak âdetimizdir’ mantığıyla bir çırpıda geçiştiriveriyoruz kendimizce.
Bunca boş laf üretme aksiyonu yetmezmiş gibi, kimi zaman birileri de çıkıp kaybolan küçücük bir çocuk için tam da Tufan’la yok edilme cezasına çarptırılanların kötülüğüyle paralel olan yorumlarla tweet atacak kadar vahşileşerek, olayı üçüncü köprüye bağlayarak ve çirkin söylemlerle siyasileştirerek tüy dikiyorlar.
Sürekli merak, sürekli ajitasyon, sürekli tartışma lazım ya bize... Bunun için hakkında en çok konuşulan, en dikkat çeken neyse onu çomaklıyoruz işte.
Peki, böylesi bir ortamda çağdaş, vicdanlı ve insani akıllar dumura uğramışken, söylenecek söz, eleştirilecek daha doğrusu eleştirilemeyecek bir şey kalıyor mu geriye?
Her şeye rağmen ümitsizleşmemek gerek, diyoruz yine de… Ve neyse ki kurtarıcı olarak dizilerin beyinleri rölantiye aldıran varlıkları giriyor da devreye, bir nebze olsun iyilerle kötülerin, doğrularla yanlışların amansız mücadelesinden sıyırarak kurgu dünyasına atıyoruz kendimizi.
Ekranlardaki en büyük beklentiye dönüşen Özcan Deniz’in ‘Karagül’deki varlığı, bu anlamda üstünde durulmayı gerektiren bir derin soluk!
MURAT’IN FANTASTİK DÖNÜŞÜ
Hani bazı insanlar öyle güçlü bir etki alanına sahip olurlar ki, kendileri bilfiil ortalıkta görünmeseler bile isimleri üstünden olayların gelişimini başarıyla sağlayabilir, yokluklarında yürütülse dahi bir konuya ilgiyi uzun süre diri tutturabilirler.
İşte ilk bölümdeki ucu açık ölüm sahnesiyle, izleyiciyi dönüş beklentisine sokan ‘Karagül’ün Murat’ı da bu türden bir karakter olmayı layıkıyla başaranlardan…
Öncelikle ‘Gözümüz aydın’ olsun… Ha bugün ha yarın derken, sonunda beklentiler noktalandı. Konuk oyuncu sıfatıyla göster-çek yapılan ve halkın ilgisiyle yeniden devreye sokulan Murat’ın, haftalardır ufak ufak belirginleştirilen dönüşü nihayet tamamına erdirildi.
Ancak sırayla hemen tüm karakterlerin rüyasında ruhsal kimlikle yaşatılan, sonra anıların görüntülerinde kendini hatırlatan, akabinde derinden gelen nefesiyle kanlı canlı bir biçimde açığa çıkan Murat’ın belirginleşen yaşamsal varlığı, onca zamanlık beklentiyi tatmin edici bir tabloyla gerçekleştirilemedi ne yazık ki.
İçindeki paralar ve resim dahil olmak üzere hiçbir ıslanma belirtisi göstermeyen cüzdanın bulunuşunu dahi kaç bölüme konu edinen ‘Karagül’ün, boş mezara dikilmiş karagülün açmasıyla ve rüya sekanslarıyla başka bir boyuta taşımaya çalıştığı canlandırma operasyonu oldukça vasat kaldı. Gizemli bir biçimde gerçekleştirilmek istenirken, bir anlamda dizinin lokomotifi haline gelen Murat’ın dönüşü, aceleye getirilmiş duygusu uyandıran bir heyecansızlık olarak izleyiciye yansımaktan kurtulamadı.
Doğrusu bazı mantık aksaklıklarına rağmen öykü akışını bugüne dek başarıyla gerçekleştiren ‘Karagül’den, üstünde fikir jimnastikleri yapmaya fazlaca müsait olan bu dönüşü, çok daha keskin ve derin vurgulamalarla yapmasını beklerdim. Bunun için de bol parametreli bir iş olan ‘Karagül’, Özcan’ın dönüşünü 13 Haziran 2014’teki sezon finali bölümünde hissettirip, gerçekleşmesini de üçüncü sezona sarkıtarak, her bölüm uzun metraj film çekme stresindeki senaryoya, konuyu enine boyuna işleyecek zamanı tanıyabilirdi. Keşke tanısaydı.
DÖNÜŞ, GEÇMİŞİ DE SORGULATTI
Fazlaca kestirmeden huzura getirilen ve Narin ile Ebru’nun anılarından göründüğü kadarıyla, her iki kadınla da aynı muhabbette tekne sefası yaşamaya pek meraklı olduğunu anladığımız Murat Efendi, döndü dönmesine ya icraatlarıyla da ‘dakka bir gol bir’ kendini sorgulatır oldu.
Yüzüğünü parmağından çıkartan Narin’in rüyasından gerçeğe uzanan yolda sarı çiçeklerin içinde Gladyatör havasında salınıp derinden gelen soluğunu konakta hissettirirken, ‘Biz senle kardeş gibi büyüdük. Hep de kardeş gibi kaldık’ şeklindeki sözleriyle akılları çokça kurcaladı.
Senaryonun öngördüğü bu açıklamayla, sanki yıllarca iki kadını birden idare eden ve bir anneye ilk çocuğunun öldüğünü söyleyecek kadar acımasızlık sergileyen Murat’ın geçmişi aklanmak ve bölümler boyunca yaratılan suçlu imajı masumlaştırılmak isteniyor gibi.
Hadi diyelim ki modern yaşamı seçip Halfeti’den giden Murat’ın yaşanan acılarda hiç suçu yok ve her şey Ebru’nun çocuğunun alınmasının vebalini Mehdi Ağa’ya yıkan Kadriye’nin dikte ettiği ‘Kadın, erkeğinin yanlışlarını kapatır’ öğretisi doğrultusunda aile büyüğünün isteğiyle zoraki gerçekleşti.
Peki, o zaman Murat’la Narin hep kardeş gibi yaşadılarsa yani aralarında karı-koca ilişkisi oluşmadıysa, dizinin ilk başlarında nasıl oluyor da Narin çocuk olsun derdine düşüyor ve onu tedavi eden doktor çocuğunun olamayacağını söylüyor? Demek ki, Murat’la Narin öyle pek de kardeş gibi yaşamamışlar. Yani kadınları ve çocukları duruma göre idare eden Murat, yaratılmaya çalışılan masum imajını hak etmiyor!
Karılarını ve çocuklarını ziyaret edip Kendal’ı es geçen Murat’ı ‘hayalet’ gibi ortalıkta dolaştırıp, sözde rüyayla bütünleşen varlığı sayesinde fantastiklik peşinde koşan dizide, dönüşle ilgili açığa çıkan bir diğer bilinmezlik, mallarına el konulan Murat’ın, iflas gerçeğine karşılık böylesine eli kolu uzun bir gizli yaşam ortamını hangi parayla, nasıl yarattığı?
İntihar ederek öldüğü, en azından kaybolduğu varsayılan bu insanın zulada parası olduğunu düşünsek dahi o zaman da hem kızların okul paralarının yatmayışı, hem kredi kartlarının iptali, hem de Kendal’la teknede yaşadığı tartışma anlamsız kalıyor.
Murat’ın dönüşüyle ilgili bir başka saçmalık ise konakta fink atılmasına rağmen bir Allah’ın kulunun uyanmayışı. Anlaşılan kulakları hep kavga gürültüye alışkın olan konak ahalisi, kapıların açılışını, yanı başlarına gelenleri hissetmeyecek derecede alçak sese duyarsızlaşmış. Yok, hepsi rüyaysa o zaman alyansın Murat’ın yanında işi ne? Tabi bir de gece vakti konağın kapısının kilitlenmemiş olma mantıksızlığı var.
Tüm bunların yanı sıra dönüş bölümündeki en baba saçmalık, jandarma karakolundaki başıboşlukta çıkıyor karşımıza. Adamın biri fenalaştı diye komutan başta olmak üzere tüm karakol seferber olup içeriyi başıboş bırakıyorlar. Bu gariplik yetmiyor… Her haliyle karanlık bir tip olan Kasım, babasının evi gibi rahat davrandığı ofisten CD’yi kolayca alıyor ve onu odada gören komutan da çocuğun kanmayacağı yalana inanıp gitmesine izin veriyor.
Demek ki, ya oralardaki güvenlik sağlayıcıları bu denli ciddiyetsiz ve saf… Ya da ortalıkta Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılan CD’nin izlenmemesi için ne tür gelişim yaratacağını bilemeyen senaryo bu noktada iyice çuvalladı.
Neticede; başlangıcımızdaki genel gündem mantığı doğrultusunda, Özcan Deniz’in beklenenin aksine silik kalan dönüşündeki bu aksaklıklara karşı duyarsızlaşıp her mantıksızlığın vardır elbet bir izahı mı diyelim, yoksa uzun dizi yaratmak adına senaristlerin yaratıcılığını kısıtlayıp senaryolara el uzatan yapımcıların işgüzarlığıyla mı değerlendirelim? Yorum size kalmış olsa da, ha Ali Veli ha Veli Ali!
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal