Paramparça’nın gücü nereye kadar?
Ara transfer yapan futbol takımları gibi mevcut dizilerinin performansını beğenmeyerek onları gönderip yerlerine başkalarını koyan kanallar sayesinde sezon kavramını sıfırlayan televizyon dünyamızda yegâne hedef reyting olunca, ‘yeni dizi’ olayında ipin ucu kaçıyor haliyle. Baş döndüren yoğunlukta dizi sirkülâsyonu yaratarak ‘kaliteli dizi’ olgusunu yozlaştıran kanalların şu sıralar en büyük gayreti, izleyicinin memnuniyetinden ziyade, inandırıcılıktan uzak sayısal değerlerin yarışçılığında birbirlerini çelmelemek.
Bu kargaşada sıradan dizi kalıplarıyla gelişen yapımlar şaşırtıcı bir biçimde öne çıkabilirken film tadındakilerin arka planda kalma olumsuzluğu da gittikçe artıyor. Ancak, kanal çekişmesinin fiiliyata dökülmesinde, kendini ispatlamış dizilerin karşısına rekabet gücünün yüksek olacağı düşünülen işleri çıkartmak alışkanlığa dönüştürüldüğünden, boşa harcanan işleri kimsenin umursadığı yok. Dolayısıyla her günün akşam kuşağı kendi içinde acımasız ve tartışmaya açık rekabetini doğuruyor. Pazartesi’lerin baş hedefiyse, ‘Karadayı’.
PARAMPARÇA, ‘KARADAYI’YI GEÇER Mİ?
‘Paramparça’nın eleştirilere fazlaca açık olan performansından önce, üçüncü sezonunda da başı çeken ve bana göre dördüncü sezonu dahi çıkartıp, suçla savaşa yönelik içeriğiyle ‘Arka Sokaklar’ misali bir gidişat sergilemeye müsait olan ‘Karadayı’nın karşısında diğer yapımların gücüne bakacak olursak…
Kanal D’nin ‘Ulan İstanbul’u, her ne kadar son zamanlarda şaşkınlık yaratacak bir biçimde yükselişe geçen kimi yapımların gerisinde kalsa da, eğlenceli işleniş biçimi, halka hitap etmeyi başaran dili ve uyumlu kadrosuyla yazdan bugüne belli bir kitleyi bağlamış halde.
Kendini uzun zamandır rölantiye alarak durumu idare eden Show’un, yeni bir şey üretmeyip ‘Güldür Güldür Show’ tekrarıyla yolculuğunu sürdürmesi, Pazartesi rekabetinde başarılı olma ihtimalini de zayıflatıyor.
STV’nin ‘İki Dünya Arasında’ sürprizini, TV 8’in ‘O Ses Türkiye’sinin AB’deki birinciliğe karşı totalde kan kaybettiğini bir yana bırakırsak rekabet kulvarında geriye Star kalıyor… Ki o da başa oynama konusunda hayli hırslı olduğunu dizileriyle ispatlamakta.
‘Reaksiyon’ bu hırsın aksiyon ürünüydü. Ama gelişmeye müsait konusu ve yıldız isimleriyle dahi durumu kurtaramadı. Sonuçta Star’ın Pazartesi atağı da niyesi, niçini bol bir fiyaskoya dönüştü. Ancak kanal için sorun değildi. Zira başarısızlığının sebeplerini ayrıca detaylandıracağım ‘Reaksiyon’ bozgununun telafisi hazırdı… Ki, kanalların dizi harcamasını kolaylaştıran en büyük etkenin bu olduğunu defalarca tekrarladık.
Böylece büyük tanıtımlarla ekrana çıkartılan ‘Reaksiyon’dan ‘Karadayı’ya karşı umduğu ateşli reaksiyonu alamayan Star, Cannes’da ön tanıtımı yapılan ve daha yayına girmeden 20’den fazla ülkeye ön satışı yapılan ‘Paramparça’yı devreye soktu.
Peki… ‘Paramparça’, rakibi ‘Karadayı’nın izleyicisini kapıp reytingini paramparça edebildi mi? Haftasına göre 2-3 puan değişiklik gösteren sıralamaya bakarsak ‘Karadayı’yı pek etkilediği söylenemez! Hele ki ‘Karadayı’nın bu sezon sürprizlere açık konusunun çekiciliğini de hesaba katarsak, onunla başa çıkmanın zorluğunu daha net görürüz. Tabii hakkaniyete dayalı bir reyting sisteminde!
Ancak buna karşılık ilk bölümüyle birinciliği elde edemese dahi Star’ın iftiharı olarak sunulan ‘Paramparça’nın her iki grupta üçüncü olması yabana atılacak bir başlangıç değil. Bunu ‘Karadayı’ya yönelik, ‘Ayağını denk al. Tökezleyeyim deme. Ensendeyim’ mesajı şeklinde de yorumlayabiliriz. İlerisi için bu tablo değişir mi? Mevcut durumdan hareketle bir bakalım.
‘PARAMPARÇA’NIN AVANTAJLARI…
Senaryosu Yıldız Tunç tarafından kaleme alınan ‘Paramparça’nın öyküsü aslında öyle büyük sürprizleri olmayan, gerek ülkemizde gerekse başka yerlerde karşılaşılan türden. Nasıl ki, yıllar önce Arabistan’da doğum yapan bir Türk’ün bebeği Arap aileninkiyle karışmış, durum dört yıl sonra bir testle fark edilince hastane kayıtlarından yola çıkılarak çocuklar gerçek ailelerine kavuşmuştu. Tabii bir yığın dramatik yaşanmışlıkla. Bunun gibi örnekler bir dolu. Anlayacağınız benzeri hayat öykülerinde kurgulara ilham kaynaklığı edecek malzeme bol.
Kıt kanaat geçinen Gülseren ile restoran zinciri sahibi Cihan’ın kızlarının hastanede tek bir harfe kurban gidip karışmasıyla gelişen ‘Paramparça’ da, böylesi bir hemşire dalgınlığının süreç içinde oluşacak aşkla harmanlanmış hali olarak fazlaca bildik bir yapıda. Dolayısıyla içeriğin basitliği, çabuk algılanabilen konulardan hoşlanan izleyiciyi çekmek için birebir.
Onun konu itibariyle çok düşünmeyi gerektirmeyen bu sıradanlığının kolayca anlaşılır bir dil kullanımı ve karmaşasız akışla sunulması ise dizinin hedef kitlesi bakımından akılcı bir seçim. Ayrıca Erkan Petekkaya, Nurgül Yeşilçay ve Ebru Özkan gibi ilgi gören oyuncularının varlığına sırtını dayayan dizinin müzikleri de, izleyicinin nabzına göre şerbet veren detaylarından…
‘Paramparça’ için özel olarak bestelenen ve sosyal medyadan gündeme pompalanan ‘Su Gibi Gözlerin’ şarkısının duygu aktarımının bizim izleyici için, fonda çalan İtalyan müziğinden daha etkili olacağı kesin. Zira günümüzde klasik tınıların müzikal değerinden çok, dizilerde klip gibi verilen arabeskliklerin kolaycılığı geçer akçe! Öyle ya, gözleri dolduracak ezgilere eşlik eden güftelerin pek de zorlanmayan bizdenliği dururken, mesela ‘Onur ve Saygı’ dizisinin uyarlamasındaki Savio Riccardi’nin müziğinden yansıyan güzellikleri kim ne yapsın?
SENARYO MANTIĞI PARAMPARÇA!
Bu saydığımız avantajlarıyla konusundan müziğine, tesadüflerle gelişen aşkından gençlik hallerine bildik şablonda yol alarak ilk bölümünde ilgi çekmeyi beceren ‘Paramparça’nın tüm bunlara karşın senaryo mantığındaki dağınıklığı, işleniş biçiminin heyecansızlığı ve alabildiğine basite indirgenmiş sahneleriyle kendini sorgulattığı da bir gerçek.
Olayını, trafik kazalarından doğan tesadüfî neticeler üstüne kuran dizide öncelikle büyük bir anlatım kopukluğu göze çarpmakta. Misal, müşteriye perdeyi elden teslim ettiği yetmiyormuş gibi bir de asmaya kalkarak saçmalamada tavan yapan ve çalışan kadın mağduriyetini uyduruk bir müşteri-patron tacizi mizanseniyle yansıtan… Sırf bunun için harabe denilecek bir yeri kiralama abartısına girişen Gülseren’in kocasıyla olan ayrılığı en büyük soru işareti.
Özkan’ı sadece hastane ortamında gösteren senaryo Gülseren’in terk edilişinin altını ve karakterlerini fazlasıyla boş bırakmış. Adam Almanya’ya gitmiş, sonra bir kez gelmiş af dilemiş… Sahte taşlı yüzük vermiş… Eee? Gülseren o tarihten sonra Özkan’ı hiç aramamış mı? Adam, doğumunu sevinçle karşıladığı kızını hiç merak edip özlememiş mi? Ayrıca Özkan, kardeşi Keriman’ın hesabına paraları yolluyor da neden karısı ve kızına bir şey vermiyor? Hadi karısını geçtim kızını niye aramamış? Böylesi bir sunum ne derece inandırıcı olabilir? Hiç.
Bir kere tüm bu sorgusuz kabullenme süreci, güçlü kadın figürü çizmeye çalışan Gülseren’in duruşuna ters. Sanırsınız senarist Nurgül Yeşilçay’ı, Diyarbakır’ın geleneksel aile ortamında yaşayan ve koynundan kaçıp Fransa’ya giden kocası Şeyhmus’u bekleyen Sultan’a benzetmeye heveslenmiş. Zaten Gülseren’in kafa tutan konuşması ve tavırları da ara ara ‘Sultan’ dizisindeki performansını anımsatıyor. Ancak hatırlatmak isterim ki, şiveyi ve içeriği bir türlü rayına oturtamayan ‘Sultan’ın ömrü 20 bölümlük bir sezondan ibaret kalmıştı!
Öte yandan Erkan Petekkaya’nın canlandırdığı Cihan karakterinin de zaafları mevcut. Ebru Özkan’a Dilara rolüyle yine hırslı ve mağdur kadını oynatarak fark yaratamayan dizide, çocuklarının hatırına evliliğini yürüttüğü ısrarla vurgulanarak ‘ilişkiye-aşka müsait erkek’ pozisyonunda sunulan Cihan’ın, dudağının kenarındaki sevecen gülümseme kırıntısıyla fazlaca yumuşatılan kişilik yansıması iş dünyasındaki konumuyla bağdaşmıyor. Hangi lüks mekânın sahibi, camını indirerek olay çıkartan herhangi bir kadına bu denli hoşgörülü davranır? Elbette ki hiç kimse. İnanmayan gitsin bir denesin.
Bizim mülayim kız babası-patron Cihan ise kızmak şöyle dursun kadına bir de yardım ediyor. Ara yerde, gençlere bir bakış atan ve onlara içki verilmemesi yönünde mesaj çıtlatan Cihan’ın bu tavrıyla sözüm ona çocuklara karşı hassasiyeti yansıtılıp Gülseren’e yardımseverliğine zemin hazırlanıyor ama o da hiç inandırıcı değil. Madem okulluların girmesini istemiyorsun o zaman ‘18 yaşından küçükleri ne diye sokuyorsun? Kapına uyarı as’ derler adama.
Cemal Hünal’ın payına yine kötü adamlığın düştüğü ‘Paramparça’daki bir diğer zaaf, ‘Hazal-Cansu-Ozan’dan oluşan gençler kanadında… Bu üçlü için yazılan sahnelerde doğallıktan eser yok. Bir garip konuşmayla ortalıkta gezinen asi kız Hazal’ın cep telefonunun eskiliğinden utanma tripleri, aile ve okul planlarıyla ilgili atıp tutmaları, annesinin işini beğenmemesi fazlasıyla sahte! Cansu ve Ozan ona göre daha kabul edilebilirler ama yine de inandırıcı bir doğallığa sahip değiller. Bu da onların benimsenmesini zorlaştırıp karakterleri itici kılıyor.
Netice itibariyle; yukarıda sıraladığımız avantajların dışında ilk bölüm merakının da etkisiyle iyi bir sıralama yakalamakla birlikte pek çok olumsuzluğu da bünyesinde barındıran ‘Paramparça’nın gücü mevcut haliyle hayli sınırlı. Şayet, Gürpınar-Gülpınar kargaşasından doğan öyküsünün bölük pörçük mantığını hizaya sokmaz, gençlerini natürelleştirmezse ‘yılın dizisi’ etiketini hak edemez.
Dizinin bariz bir şekilde görünen ama kimilerince görmezden gelinen bu gerçeğini ne alınan reyting sonuçları ne de yaratılmaya çalışılan Gülseren-Cihan çifti değiştiremez. Her gönderilen yapımın kötü olmadığı gibi, her birinci seçilen veya yüksek puan alan ve tebriklere gark edilen de gerçekten ‘iyi’ olamayabiliyor sonuçta!
Anibal GÜLEROĞLU