‘Her an değiştirmeliyiz; yenilenmeli, gençleştirmeliyiz kendimizi. Yoksa katılaşırız’ demiş Goethe. Lakin gerçeklerle kurguların birbirine karıştığı, değer yargılarının-yaşam biçiminin olumsuz yönde değiştiği ve kısıtlamaların hâkim olduğu zorlu bir dönemde, bu sözün gereklerini yerine getirmek pek kolay olamıyor ve bir noktada katılaşıp kalıyor insan.
Öte yandan yenilik üretmekte hız kesmeyenler de var bu süreçte. Etkileşim alanları daralan insanların başlıca eğlencesine dönüşen kurgu dünyası da bunlardan biri. Gerek dijital platformlar, gerekse televizyon kanalları peş peşe yeni dizileri izleyici beğenisine sunmakta. Bu noktada her yeni yapımın yeterli kaliteyi tutturduğunu ve tatmin edici bir başarı kazandığını söylemek mümkün değil kuşkusuz.
Zira seçenek bolluğundaki izleyicinin tarihi devleştirerek, psikiyatrik vakaları abartarak kurgulayıp algılara yönelen dizileri baş tacı ettiği gerçeğinde… Dikkat çekici yenilik geliştirmek büyük problem. Hele de sezonun orta yerinden yarışa girişilmişse, yeni dizilerin başarıyı yakalaması daha da zorlaşıyor.
Nitekim yayına girmeden oldukça iddialı olan, lakin genel izleyici nezdinde beklenen itibarı göremeyen ve kimilerince çokça eleştirilen ‘Seni Çok Bekledim’ de bu zorluğu yaşayanlardan. Gerçek şu ki, Özcan Deniz imzalı yapım ne çok yerilmeyi hak ediyor ne de aşırı övülmeyi!
Bu doğrultuda ‘Seni Çok Bekledim’in durumuna bakacak olursak… Başlangıcını AB’deki sekizincilikle yapan dizi, ‘ATV Hava Durumu’nun dördüncülüğü rezerve ettiği Total’in reyting sonuçlarında ilk 10’a giremedi maalesef. İkinci bölümüyle AB grubunda beşinciliğe yükseldi ama… Bunu kalıcı başarı olarak kabullenip yapımın geleceğini garanti görebilir miyiz bu aşamada? Tabii ki hayır. Çünkü objektif yaklaşımla izleyen herkesin fark edebileceği üzere çeşitli aksaklıklar sergileniyor dizide. Nedir bunlar? Özetleyelim hemen.
SENİ ÇOK BEKLEDİM’İ ZAYIFLATAN DETAYLAR
Özcan Deniz markasından gücünü alan yapım için ilk sözümüz, tıpkı diğer yeniler gibi, kayda değer bir yenilik sunamadığı yönünde olacak. Daha net ifadeyle, ‘Seni Çok Bekledim’ zengin prodüksiyona sahip olmakla birlikte içerik anlatımı açısından oldukça basite indirgenmiş bir dizi konumunda halihazırda. Bu detay da çok daha iyi performans sergileyecekken dizinin bekleneni karşılayamayan bir duruma düşmesine sebep oluyor ilk etaptan.
Kuşkusuz dizinin tüm sorunu bundan ibaret değil. Lakin ‘Hiçbir şey tesadüf değildir’ mantığı üstünden yola çıkıp Özcan Deniz’in varlığıyla ve ‘Tevafuk’ kelimesinin ‘tesadüf-kader’ tartışmacılığıyla beslenen diziyi zayıflatan detayların neler olduğuna geçmeden önce bir noktaya vurgu yapmak isterim… O da ses getirmeyi çok iyi başaran Özcan Deniz’in kendine has bir tarzının ve kitlesinin olduğu gerçeği! Yani ekstra olumsuzluklar yaşanmadığı sürece, onun yapımları belli bir süre ekranda kalmayı başarıyor. Dolayısıyla ‘Seni Çok Bekledim’ de elini zayıflatan detaylara rağmen çabucak çekip gitmeyecektir ekranlardan.
Ayrıca öyküsünü kendi yazdığı ‘Aşkın Dağlarda Gezer’ ile dizi dünyasına adım atan Özcan Deniz’in kurgularının çoğunun gerçek hayatla bağlantısının da ilgi çekmede kısmen etken olabildiğini hatırlatalım. Misal 62 bölüm süren ‘Haziran Gecesi’, üç sezon ekranda kalan ‘İstanbullu Gelin’. Bu durumda ‘Seni Çok Bekledim’ de, gerçek hayat hikâyesinden esinlenilerek yaratılmış bir iş olarak, aynı performansı gösterebilir rahatlıkla. Nitekim ikinci bölümüyle yaşanan yükselişi bunun ön kanıtı sayabiliriz.
Bu saptamaların ardından yükselişi aşağı çekme potansiyelindeki zayıflıklara geçtiğimizde, akışın hızını kesen maneviyatçı söylemlerde dozu kaçırma hatası geliyor en başta. Aşka dair yolunu çizerken ‘Kader’ olgusunu ön plana çıkartmayı tercih eden dizi, masalsı bir anlatımla ilk bölümünü bize sunarken bu hataya çokça düştü mesela. Kadir, sürekli tekrarladığı ‘Tevafuk’ kelimesini beyinlere işleyen masalcı dede rolünü üstlenmişti adeta.
Tevafuk… Birbirine denk gelme, hoş bir şekilde uyum içinde olma halini anlatan… Kâinatta tesadüfün olmadığını, her şeyin Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini işaret eden bir terimdi.
Eyvallah da… Dizinin, ‘Tevafuk’ kaderciliğiyle ‘Tesadüf’ mantığını adeta birbiriyle çarpıştırır biçimde sunarken, bu yaklaşım ikilemini mantığa uymayıp komediye dönüşen sahnelerle vermesine ne demeliydi? Kadir’in babadan emanet yüzüğü mesela… Rıza’nın parkta düşürdüğü yüzüğü Mihre’nin bulması ve günlerce parka gelip banka oturarak yüzüğün sahibini beklemesi… Böylece ikisinin evlenmesi ne derece mantıklı gelirdi günümüz insanına? Yani kadın günler boyu yüzüğü herkesin göreceği biçimde mi tutmuştu elinde de, Rıza koca parkta görüp bulmuştu onu? Komik olacak kadar basit bir tasvir! Ayrıca bu yaşanan şeye ‘Tevafuk’ demek mümkün müydü? Hadi bunu geçelim… Aynı olayın yıllar sonra Kadir ile Ayliz arasında yaşanmasına ne demeli? Tesadüfü de aşan masalsı bir basitlik mi? Peki ya devamında yaşananlar? Aşka ve tevafuka inancı sağlayacak türden miydi? Zor.
Ayrıca senaryonun pek çok detayı üstünkörü geçiştirdiğini de söylemek isterim. Bu önemli bir eksiklik. Zira hepsi de hikâyenin temelini mantıkla bağdaştırmayı zorlaştırıyor. Ayliz’in Kadir’in Doha’daki göstermelik iki Katarlıyla gerçekleştirdiği içeriği incir çekirdeğini doldurmayan toplantısına gelmesi ne işti mesela? Evlenip Katar’a yerleşeceklerini söyleyen nişanlısının sunumuna yardım etmişti güya.
Ayliz’in mesleki vasfı neydi ki? Kadir’in şirketindeki bir çalışan mıydı da iş toplantısına katılabiliyordu? Anlayamadık. Yanı sıra üzüm yiyişindeki pervasızlığı, nişanlı biri olarak Kadir’le hemen kaynaşmasını, Kadir’in sırf yüzükle kendini gösteren ‘Tevafuk’ hikâyesinden ötürü Ayliz’e bir görüş bir bakış musallat olmasını, Serkan’ın nişanlısıyla ilişkisine müdahale etmesini mantığımızın neresine oturtabilirdik? Oturtamadık.
Benzer şekilde… Çöle giderken suyu, üzümü ve üç dilek hakkını unutmayan Kadir’in aracının benzininin bitmesine… Arabistanlı Lawrence misali ata binen(yoksa binmeyen mi) Kadir’in şıp diye at buluşuna da inanamadık maalesef. İlk bölümde inanamadığımız bir başka detay, dedenin ölümüydü. İş dünyasında onca mücadele veren biri, torunuyla ilgili gerçeği nasıl olur da hiç güvenmediği Cemal ile görüşmeye kalkardı?
Esasen bu torun meselesinin, henüz bebeğin ilk getirildiği anda çözülmüş olması gerekmez miydi? Cemal’in depremden sonra İstanbul’a getirdiği bebeğin Mihre ile Rıza’nın çocuğu olduğu nereden belliydi de, 27 yıl önce gayet dinç olan Davut Dede DNA araştırması yapmadan hemen kabullenilmişti? Mantıksız.
‘Seni Çok Bekledim’in hikâyesine ve tevafuk olayına inancı zayıflatan bir başka detay, aile bireylerinin ayrı düşmesindeki karanlık noktalardan kaynaklanıyordu. Rıza dağdaki yoldan arabasıyla ilerliyordu. Bebek de deprem anında Kadir’in kollarındaydı. Yeni doğan bir bebeğin öyle kola verilmeyeceği, yeni doğum yapmış bir annenin koridorda yürütülmeyeceği bir yana… Bebeği kollarında sıkı sıkıya tutan Kadir nasıl olup da bebekten ayrı düşmüştü ve Mihre de onları bulamamıştı? Nihayetinde deprem Erzincan’da yaşanıyor ve üçü de aynı mekândalar.
Nüfus yoğunluğu az olan bir ilde bu kopukluğun yaşanması pek mantıklı değil. Keza doğru düzgün bir araştırma yapılmadan Mihre’nin kocasının ve oğlunun öldüğüne inanması da akla uymuyor. Arabanın bulunduğu söylenmişse Rıza’nın cesedi nerede diye merak etmez mi insan? Ancak bu noktada en akla sığmayanı Cemal’in Rıza’yı bulup onu 27 yıl boyunca bir bakımevinde tutması ve ziyaret etmesi! Artık nasıl bir hafıza kaybıysa bu… Sözde Rıza geçmişi hatırlayacak da, Cemal de vicdanı rahat olarak ondan hesap sorup intikam alacak. Vicdanı olan biri yaşlı ve hasta bir adamı o denli rahat öldürebilir mi? Geçiniz.
Anlayacağınız tevafukla taçlandırılıp mistik bir hava yaratılmaya çalışılan dizinin geçmiş hikâyesinde mantık yönünden iler tutar taraf yok. Duygu aktarımı da aynı oranda zayıf! Kadir yüzüğüyle oynayıp denize bakarken ‘İster misin şimdi bu yüzüğü denize atsın, Sonra onu bir balık yutsun ve o balığı da Ayliz satın alıp yüzüğü tekrardan bulsun’ diye düşündüren dizinin zayıflığı bu kadarla da kalmıyor üstelik. İşin bir de Ayliz kanadı var.
Nişanlısı Serkan’ın belini tutmasından irkilen, ‘Dokunma’ diye bağırarak tepki veren Ayliz’in geçmişinde ne gibi bir yaşanmışlık var ki böyle davranıyor diye düşünürken, dizinin ikinci bölümünde gördük ki, Ayliz’in tüm sorunu babasının annesini ortada bırakmış olması ve pavyonda çalışmak durumunda kalan annesinin sarhoşluk anında kızının içeride olduğunu bilmeden evi yakması. Peki, anne bu durumda ceza almamış mı? O da ayrı bir konu.
Asıl meseleyse, Ayliz’in dokunma hassasiyetinin bu yaşananlarla ilgisiz olduğu gerçeği! Yani bir kadının böylesi hassasiyet taşıması için geçmişinde tacize uğraması gerekmez mi? Kaldı ki, ‘Dokunma’ diye feryat eden biri sırf göl kenarındaki balık ızgarayla, ‘Araba olsan hangisi olurdun’ gibisinden abuk sorularla ve Kuğu Gölü’nü kahreden bale özentisi dansla ürküntüsünden anında kurtulup adamın dudaklarına yapışamaz.
Kısacası kendisini gayet iyi yetiştiren ve koruyan annesinden bir dram çıkartmaya çalışan Ayliz karakterinin geçmiş hikâyesi de, ürküntüsü de sağlam temellere dayanmıyor ve bundan dolayı tavırları da fazlasıyla doğallıktan-duygudan uzak yansıyor izleyene.
İlaveten senaryonun mizah(!) adına ürettiği sahnelerdeki boşluğu da vurgulamadan edemeyeceğim. Misal, Zaza’nın Şebnem’e tüp götürdüğünde ‘Size şimdi çakmak da lazım’ şeklinde amiyane bir söylemde bulunmasını hangi kafanın komedi anlayışı, bilemedim.
SÖZÜN KISASI; Bir yüzükle yürütülen tevafuk mantığını ikinci bölümde aşktan ziyade aile içi hüsranla ve geçmişin sırlarıyla beslemeye çalışan… Daha ilk bölümden hikâyesine dair her gizemi açık ederek karakterleri birbirleriyle ilişkilendirip merakı öldüren… Katar’ın başkenti Doha’nın zengin atmosferini tanıtırken kaçamak yapma meraklıları için elverişli bir ortam olduğu imajını yaratan…
Ve Özcan Deniz’in partneriyle arasındaki yaş farkına yönelik eleştirilere karşı da, Kadir-Ayliz sohbetindeki ‘Yaşlı değil olgun’ saptamasıyla cevap veren ‘Seni Çok Bekledim’ hikâyesi güzel ama güçlü olmayan, mantık detayında olduğu kadar diyaloglarında da zayıflıklar yaşayan, derinlik hissi taşımayan bir dizi.
Ancak içeriden ziyade dış satışa göz kırpma özelliğini hissettiren dizinin tüm bu zayıflıklarına karşın, temposundaki akıcılıktan ve oyuncuların karakterlerle uyumlu performansından dolayı izlenmesi kolay bir iş olduğu da muhakkak. Özellikle hikâyede derinlik aramayan, mantığa takılmayan ve Özcan Deniz’in kurgusal duruşundan keyif alanlar için!
Dahası hikâyenin geliştikçe ayakları yere basar hale gelmesi ve bahsettiğim soru işaretlerine cevap geliştirerek mantığını güçlendirmesi de muhtemel. Velhasıl, yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu artıların diziyi ikinci sezona taşıma ihtimalini yabana atmamak lazım. Özenilmiş, büyük emek verilmiş bir iş olduğu söylenen ‘Seni Çok Bekledim’e bol şans.
Anibal GÜLEROĞLU