Öncelikle 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum tüm kadınların… Bununla birlikte, vicdan sahibi her bir ferdin kalbini sızlattığı, özellikle son yıllarda ülkemizde görülen “Kadına Şiddet” vakalarına şöyle bir değinmek istiyorum.
Gün geçmiyor ki radyoda, televizyonda, gazetelerde ve internet sitelerinde kadına karşı bir şiddet haberi olmasın. Fotoğraflarda; ağzı, yüzü kan içinde, gözleri morarmış ve çaresiz bir şekilde yardım bekleyen kadınları gördüğümde, “biz neden böyle olduk?” diye saatler boyu sormadan edemiyorum kendi kendime…
Evet, gerçekten bize ne oldu? Ne oldu da son yıllarda dayak yiyen, yaralanan ve hatta sokak ortasında fütursuzca öldürülen kadın haberlerini sık sık görür olduk? Henüz yakın bir zamanda, İstanbul’un en nezih semtlerinden birinde, bir adam, nasıl oluyordu da yolda yürüyen bir kızı gözüne kesip, bir apartmanın arka bahçesinde ona tecavüz edebiliyordu? Her daim kahramanlığıyla, örf, adet ve geleneklerine olan bağlılıklarıyla övünen, dindarlığı kimseye kaptırmayan, evinin kapısına, duvarlarına, arabasına ayetler asan bir halkın içinde nasıl oluyordu da böyle çirkin vakalar meydana geliyordu? Toplumsal işletim sistemimizin neresinde arıza vardı? Ya da bu arıza birdenbire mi ortaya çıkmıştı?
Evet, tüm bunları enine boyuna düşünmek gerekir bence… Ve bana göre olay, sadece kadına şiddet olayı olarak değil, insana şiddet olarak görülmeli… Zira insana, önce insan olarak bakabildiğimiz zaman bu hususu daha iyi anlayabilmemiz mümkün.
Toplumsal kategorizasyona hiç bir zaman sıcak bakmadım. Kadın-erkek, sağcı-solcu, beyaz-zenci, A partili- B partili, X futbol takımlı- Y futbol takımlı, şu aşiret-bu aşiret, şu-bölge - bu bölge, gibi maalesef toplum tarafından oluşturulup sıkı sıkıya tutunulan bu ikilemelerin sayısı oldukça fazla… İşte “kutuplaşma” dediğimiz şey de burada başlıyor zaten… Herkes, bir kategorinin şemsiyesi altına giriyor ve kendini orada güvende hissediyor. Güvende hissetmesinin kalıcılığını ise, karşı şemsiye altına sığınanları birer düşman olarak ilan etmekle de sorun başlıyor zaten…
Sorun nerede peki? Ve sorun tek mi? Bence tek değil... Öncelikle bizim coğrafyalarda yaşayan insanların birçoğunun birer “birey olabilme” noktasında problemi var. Niye mi? Bakın, bizler Batı toplumlarının aksine birer “birey” olmaktan çok bir gruba, bir topluluğa, bir aşirete, bir bölgeye, bir partiye, yani kısaca kendimizi garantiye alabileceğimiz bir ”güce” sığınmayı tercih ediyoruz. Çünkü “birey” olduğumuz zaman toplum karşısında değer görememe sorunu yaşıyoruz. İşlerimizi doğrudan değil, birçok kez “birilerinin” vasıtasıyla yaptırabiliyoruz. Şimdilerde düzelir gibi oldu ama geçmişte devlet dairesinde, hastanede işi olanlar tanıdık olmadan işlerini göremezdi ya da işler oldukça yorucu ve uzun sürerdi. Normal vatandaş olarak o masanın, o veznenin karşısında durduğunuz zaman size ilgi ve alâka gösterilmezdi. Ama güçlü bir partinin, aşiretin, sermayenin, ya da ne bileyim bir mafyanın selamını ya da kartını götürdüğünüzde size babalar gibi yardım edilirdi. Şimdi de var bu durumlar… Niçin? Çünkü birey olmaktan çok “üye” olmaya önem veriliyor. Bu hususu uzatmak istemiyorum, zira asıl konumuzdan sapmaya başlayacak yazımız.
İşte bu kategorize etme sorunu, eğer erkek-kadın arasında da başlıyorsa, bu durumda kadına şiddet olayının çözümüne sağlıklı bir formül bulamayız. Kadın haklarını savunuyorum derken erkekleri düşman ilan etmek de bir o kadar yanlıştır. Ancak dedik ya, kategorize etmeyi seven bir toplum olduğumuz için, bakıyoruz ki, tıpkı bir futbol maçında yenilen ile yenen takımın taraftarları birbirlerine hınca hınç nasıl saldırıyorsa, kadına şiddet olduğunda da bir kısım gruplar erkeklere savaş ilan ediyor. Bu, tamamen yanlış bir eylem… Çünkü her erkek tecavüzcü değil, her erkek şiddet uygulayan değil… Bu nedenle kadına şiddeti ele alırken, erkekleri suçlamak yerine toplumsal işletim sistemimizdeki aksaklılıkları ciddi bir şekilde irdelemek gerekiyor. Bu aksaklıklardan önemlisi toplumsal arketipler…
Bana göre kadına şiddeti anlamak için toplumsal arketipimize ve sosyal bilinçaltımıza dikkatlice bakmak gerekir ki, zaten biraz dikkatli inceleme yaptığımızda sorunu da açık bir şekilde görmek mümkün olacaktır.
İstisnalar kaideyi elbette bozmaz ama genele baktığımızda bizde erkek çocuklar özgüvenli, serbest, güce ve şiddete meyilli olarak yetiştiriliyor. Elbette çoğunlukla masum vatandaş bunu bilerek yapmıyor ama bilmeden de olsa, gelecekte bir caninin yetişmesine sebep oluyor olabilir. “Göster bakayım ..ni amcana, hadi dayına bir küfür et de gülelim, al sana oyuncak tabanca, bizim oğlan mahallenin kabadayısı oldu” gibi, belki bize zararsız ve sadece latife olarak görünen sözler, gerçekte o çocuğun beyninde, ilerideki hayatını şekillendirecek güçlü telkinler haline geliyor. Evet, bu espriler, çocuğun beyninde gizli emir kodlarına dönüşebiliyor, farkında olmasak da… Teşhirci, küfürbaz, silah ve bıçak taşıyan, ali kıran baş kesen erkekleri incelediğimizde, çocukluklarında bir şekilde ya sürekli şiddet görmüş ya da yukarıda bahsettiğimiz telkinleri beynine kazınmış olduğunu açıkça görebileceğiz. Bir de insanlar içinde kibar davranıp sevdiğimiz çocukları, aile içindeyken bir güzel pataklayıp, küfür ettiğimizi de unutmayalım. Hepimiz değil elbet, genelden ve çoğunluktan bahsediyorum. Çocuğa doğrudan küfür etmeseniz bile, birisiyle konuşurken küfür ettiğinizde, yalan söylediğinizde, şiddet uyguladığınızda, yine çocuğun beyni bunları bir emir telakki edecek ve büyüyünce sizi örnek aldığı biçimde insanlara davranacaktır. Peki, bu yanlışları sadece erkekler ve babalar mı yapıyor?
Şimdi gelelim yazımızın başlığına… Komşu ziyaretinde “aman da ne yakışıklı bir çocuk bu” denildiğinde, birçok anne, teyze, hala ya da kuzen, “büyüyünce çok canlar yakacak teyzesi” demiyor mu? Ve o erkek çocuğu, eğer sürekli bu türden şeyleri duymaya devam ettiğinde, işte gerçekten ileride çok canlar yakıyor.
Kadına şiddete kesinlikle hayır diyoruz. Ancak bu toplumda erkek de şiddet görüyor… Kadın değil çoğunlukla ama erkek, erkeğe şiddet uyguluyor. Çünkü küçükken “çok canlar yakacak” diye büyüdü… En ufak bir anlaşmazlıkta ve hatta yan baktı diye öldürülen, yaralanan, sakat kalan delikanlıların coğrafyası burası… Erkeğe şiddet yapan, kadına da elbet yapacak… Ve yapıyor da… Kadınlarımız eğer şiddet görüyor ya da korkuyorsa, bu sefer oğlunu, ileride kendisini koruyacak bir güç olarak görüp ona göre de yetiştirebiliyor. Bu sefer, kadın da, belki kendini korumak amacıyla olsa da farkında olmadan yine bir şiddet canavarı yetiştirmiş oluyor. Velhasıl dostlar, kadına şiddete elbette hayır! Ancak önce toplumsal şiddete bir çözüm bulabilirsek, bundan ne erkek, ne de kadın zarar görecektir.
Biraz da toplumsal işletim sistemimizin kodlarına bakmamız gerekiyor. Eski kodlarımızda kadına şiddet yoktu aslında. Niye mi? Çoğunluğu Müslüman bir nüfusa sahip olan bir milletiz. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice, bir iş kadınıydı, kervanları vardı ve ticaret yapardı… Yani özgür, özgün, kendine güvenen, zengin ve güçlü bir kadın idi… Hani İslam’da kadına değer verilmiyor diyenler için… Peki, Müslüman ülkelerde kadına şiddet niye var? Çünkü sözde Müslüman oldukları için… Özde Müslüman eşini sever, sayar, değer verir, baş tacı yapar… Hz. Peygamber, ev işlerinde eşine yardım ederdi, kendi söküğünü kendi dikerdi. Özde Müslümanlar da öyle yapar. Çakma Müslümanlar ise “kazak erkeklik” taslar, elini sıcak sudan soğuk suya koymaz, karısını hizmetçi gibi görür ve şiddet uygular…
İslam’da kadına değer verilmediğini söyleyenlere; genellikle “Efendim, Cennet anaların ayakları altındadır, kadına değer verilmiştir!” diye cevap verenlere karşı feminist dostlarımızdan bazıları, “efendim her kadın anne değildir ve anne olmaya da mecbur değildir” derler… Haklıdırlar elbet… Her kadın anne değildir; ancak her anne bir kadındır…
En başta da değindiğim gibi asıl sorun, insana değer vermekte… Eğer insana, bireye, eşsiz ve özgün birer mucize olarak bakabilirsek, ne kadına ne erkeğe ne de başka bir canlıya şiddet uygulamak ya da zarar vermek mümkün değildir. Bizi biz yapan toplumsal değerlerimize yeniden sahip çıkmamız gerekiyor. Geçmişte, bırakın kadına şiddet yapmayı, karıncayı ezmekten çekinerek yolda yürüyene dedelerimizin söylediklerine kulak vermeliyiz. Bu çılgınca tüketim dünyası içerisinde ayakta kalabilmek uğruna egolarımızı putlaştırıp onlara tapınan bireyler değil, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven Yunus’lar gibi olduğumuzda, şiddet denen şeyin de doğal olarak ortadan kalktığını tecrübe edeceğiz.
Şiddetin, haksızlığın, mutsuzluğun, kabalığın, tecavüzün, ahlâksızlığın olmadığı yeni yıllar dileklerimle tüm kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum. Barışın, adaletin, huzurun, mutluluğun, bolluk ve bereketin kanatlarının bu aziz ülkemize ve milletimize her daim kol kanat gerdiği nice yıllar diliyorum.