Soma ekranına film gibi yorum

Madendeki yangının yarattığı yürek acısını, dışarıda tekme tokat yaşananların olağanüstü yansımalarıyla buluşturan haberler, olana bitene körü körüne değil de akıl ve vicdan gözüyle bakmayı bilen herkesi dumura uğratacak türden.

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor’ demiş Konfüçyüs… Ne yazık ki 13 Mayıs’tan bu yana televizyonlardan evimize uzanan ibretlik görüntülerde koca koca gölgelerin yarattığı hüzünlü bir karanlık mevcut. Hem de kömür karası şeklinde…

Madendeki yangının yarattığı yürek acısını, dışarıda tekme tokat yaşananların olağanüstü yansımalarıyla buluşturan haberler, olana bitene körü körüne değil de akıl ve vicdan gözüyle bakmayı bilen herkesi dumura uğratacak türden.

Daha önce övgüyle bahsedilen ‘Yaşam odası’ konusunda kem-küm edilen, zora düşünce ‘Maden yasasında yok’ savunmasının ardına sığınılan, madende olduğu ileri sürülen Suriyelilerle ilgili soruların cevaplanmaktan kaçınıldığı, sorumluların kendini sorumsuz gördüğü basın toplantısı başta olmak üzere rödovans sayesinde alabildiğine sömürüye açılan madencilik olayının son kurbanı ve dahi TOMA’lı müdahaleye sahne olan Soma’daki vaziyeti görmezden gelmek mümkün mü? Üstelik de RTÜK, radyo ve televizyon kuruluşlarının kederli insanların hissiyatlarına saygı göstermelerinin önemine dikkat çekip uyarıda bulunmuşken...

Dolayısıyla değme filmlerin, dizilerin kurgularını gölgede bırakacak nitelikteki bu gerçekler karşısında ‘Olur, böyle vakalar’ diyecek kadar geniş olamadığımızdan veya köşemizden ‘Tekmelerine sağlık’ yazacak kadar duyarsızlaşmadığımızdan, böylesi kargaşayla yaşanan felaketi biz de kendi alanımızdan örneklerle değerlendirelim dedik.

İŞ MÜKELLEFİYETİ ESARETİNİN GÖNÜLLÜ HALİ

İnsanın çok film ve dizi izlemesi, olayları ve durumları birbiriyle ilişkilendirme hususunda büyük gelişim sağlıyormuş. Çok yaşayanın değil çok gezenin bildiği gibi… Bunu tüm Türkiye’yi yasa boğan Soma maden faciası sonrasında yaşananların, dünyada eşi benzeri görülmemiş ekran yansımalarını takip ederken fazlasıyla anladım.

Çünkü insanların emek sömürüsünden güvenliksiz alanlardaki zorunlu çalışma durumlarına… Birilerinin gerçekleri örtbas etme gayretinden, hak arayan insanları pasifize etme aksiyonlarına… Sorumlu habercilik yapanlar sayesinde ekranda yer bulan bu keşmekeş büyük bütçeli filmlerin sahneleri gibi.

Mesela maden kazalarındaki içler acısı durumumuzun 1800’lü yılların sonundaki İngiltere ve 1900’lerin başındaki Fransa örnekleriyle izaha çalışılmasını izlerken aklıma ilk gelen, ‘Kelebeğin Rüyası’ ve orada kötü çalışma koşullarıyla çok güzel tasvir edilen dönemin Zonguldak madenleri oldu.

Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun veremle son bulan kısacık yaşamlarının geçtiği Zonguldak’taki durum, teknik gelişim dışında günümüzden çok da farklı değildi. Millet yoksulluktan, veremden kırılırken balolarda İstanbul’dan getirtilen dondurmalarla keyif süren yönetime karşı çıkmaktan, konuşmaktan korkan… Kökünü Dilaver Paşa Nizamnamesi’nden alan ‘İş Mükellefiyeti Kanunu’ sayesinde silah dipçiğinin çaresizliğinde köle gibi madenlerde çalışan insanlar resmedilmişti ‘Kelebeğin Rüyası’nda… Amaç daha çok kömürü üç kuruşa çıkarttırmak ve ülke ekonomisinin belini doğrultmaktı. Bitlenen, verem olan, sefalette sürünen insanlar pahasına…

1940’ların Zonguldak ortamındaki bu duruma karşın 2014’ün Soma’sında, madende çalışmayı zorunlu kılan asker dipçiği yoktu ama facia henüz tazeyken olanı biteni tarafsız ve ilk ağızdan aktarmak isteyen Fatih Portakal’la konuşan maden işçisini apar topar çekiştirip FOX TV’nin haber kamerasından kaçıran ‘korku-menfaat’ baskısının kıskacı her yerde kol geziyordu. ‘Kelebeğin Rüyası’nın resmettiği yıllardan günümüze ne değişmişti? Modernleşmenin ve rantçı iş çevresi yaratma merakının dışında…

Yıllardır farklı madenlerde yüzünü gösteren, en son olarak da Soma’da felakete dönüşen ve gündemimizin baş konusu haline gelen emek değersizliği ve isyan etmeme telkinleriyle üstü kapatılmaya çalışılan özen ihmalkârlığı ne yazık ki öyle kendiliğinden oluşmuş bir şey değil.

Bu acı gerçek kökünü, ülkemizdeki maden kültürünün başlangıcından almakta aslında... Zonguldak’taki kömürü çıkartmak için topraklarıyla uğraşmaktan arta kalan zamanda madende çalışan ehlikeyif ‘köylü-işçi’ kesimiyle yola çıkılması ve çıkartılan kömür miktarını artırmak için de bol ücret verip iyi şartlarla profesyonel işçiler yetiştirmek yerine İş Mükellefiyeti kanunlarının baskısıyla gencinden yaşlısına, sağlamından hastasına köle madenciler yaratma kolaycılığının tercih edilmesi, maden işçiliği konusunda dünya ülkelerinin gerisinde kalmamızın tarihi nedeni!

İşte bu gerçekten günümüze uzanan kalıntılar ise; Türk Eğitim Derneği’nin başlattığı eğitim kampanyasını da duyuran ve ahrette hesap vermeye inanan Bakan Taner Yıldız’dan ‘Kendimize şike yapacak halimiz yok’ röportajını alan Fatih Portakal’ın aktardığı, başka madenden gelen ve resim vermeyen bir işçiden öğrendiği ‘Madene inmeden önce sadece 2 saat eğitim verilme’ gerçeğinin ibretliği… Doğu Asya’da en çok izlenen habere dönüşen, tekme atıp da 7 gün raporlu olmayı başaran müşavirin görüntüsü… Hiç kimsenin ‘tokat atma’ yetkisi olmadığının dile getirilmesi… Ali Tezel’in ihbar sayılacak bombardımanındaki 450 Suriyeli belirsizliği… Ve yetkililerin verdiği sayıyı çürütürcesine İMC TV’nin tek tek arayıp tespit ettiği 321 defin işlem bilgisi…

‘Kelebeğin Rüyası’ndan Soma’ya açtığımız tünelde, yaratılanın Yaradan’dan dolayı sevilme söylemlerinin buhar olup uçtuğu bu tablo, bırakın yurt içini tüm dünyada tepkiyle karşılanan olayların özeti gibi! Yüz yıl boyunca maden konusunda çok az şeyin değiştiğini gösteren bundan daha iyi bir belgesel olabilir mi? Akıllara seza, kayıplara rıza…

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ‘12 YILLIK ESARET’

Soma’daki madencilerin durumunu izlerken aklıma düşen bir diğer yapım ise insanın insana zulmünü, ırk aşağılamasının ekonomik sömürüye dönüşümünü abartıya kaçmadan gerçekçi bir dille belgeleyen ‘12 Yıllık Esaret’ filmi oldu…

Solomon Northup’ın 1853 yılında yazdığı ve kendi kölelik hikâyesini anlattığı ‘12 Yıllık Esaret’i izleyenler eminim hatırlayacaktır, onun temelinde yatan Amerika’daki toprak ağalarının daha çok verim elde etme hırsının büyüklüğünü.

Kocaman tarlalarında az sayıda köle çalıştırmayı bütçelerine uygun gören çiftlik sahipleri her günün sonunda kimin ne kadar ürün topladığını ölçüp biçiyor ona göre verimsiz kalanlara ceza verdiriyordu. Tabii bu durumda kırbaçlanmak istemeyen köleler de kendi aralarında rekabete girmiş oluyorlardı.

İşten atılmaktan korkanların alın teri döktüğü, can verdiği yerlerde eskisine oranla maliyeti düşürüp daha üretmekle övünülmesi, insanların satın alınmış mal olarak boy gösterdiği 1800’lerin Amerikan çiftliklerindeki mantıkla ne de güzel örtüşmekte değil mi? Her ne pahasına olursa olsun daha az maliyetle daha çok üretim sağlamak ve keseleri doldurmak… İşte hangi devirde olursa olsun bütün mesele bu!

Günümüzde üç kuruşa didinen işçilerin, iş yokluğunda gönüllü oluşan köleliğiyle özdeşleşen ‘12 Yıllık Esaret’te beni en çok etkileyen sahnelerden biri de, baş kaldıran köleye karşı takınılan tavırdı… İsyankâr kölenin silahlı adamları tarafından yere yıkılışını izleyen çiftlik sahibi, diğer kölelerini sindirmek için onun üstüne vahşi köpeklerini saldırtmıştı.

Neyse ki, büyüklerin vurduğu yerden gül biteceği bilinciyle dizginlenen yaşam çarkının ‘modern kölelik’ dediğimiz düzende böyle vahşi köpek salma ya da insanları ırk üstünden aşağılama halleri yok. Dönem filmlerini anımsarken beterin beteri olduğunu da düşünmek lazım!

Hesapların sadece ahrette değil dünyada da verilmesi gerektiği inancımızı paylaşıp Soma şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve milletimize baş sağlığı dileyerek koyalım noktamızı. Bir daha yaşanmasın, ekranlarımız bu acılara sahne olmasın diyeceğim ama insanlığın kara yüzü, menfaatleri canlardan üstün tuttuğu sürece zor dostum zor… Yine de çıkmadık candan umut kesilmezmiş. Hem Yeşilçam filmlerinde seyirci tepkisini dikkate alan patron mutlu son istemiyor muydu?

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal