Vatanım Sensin dizisinde neden sürpriz yok?

‘Vatanım Sensin’in göze batan bir diğer olumsuzluğu, bölüm finalini saymazsak, fazlasıyla tahmin edilebilir bir akışa sahip oluşu!

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Vatanım Sensin’ ruhunu yaşatabilmek önemli!

Konu ‘vatan’ oldu mu, herkes büyük sözlerle çıkar ortaya. Kimi içtendir belki ama çoğunluğu karşısındakinden geri kalmamak için sarf edilen göstermelik klişeden ibarettir. Bu nedenle ben de ‘Vatanın değerini en iyi onu kurtaranlar bilir ve en samimi sözler de onlara aittir’ diyerek laikliği esas alan Cumhuriyet’imizi bize emanet eden Atatürk’ün yol gösterici cümlesiyle başlamayı tercih ettim ‘Vatanım Sensin’ yazısına.

‘Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır’ demiş Mustafa Kemal Atatürk. Peki ya biz bu sözün hakkını verebilmiş miyiz? Türlü kurgularla canlandırdığımız Kurtuluş Savaşı yıllarında gösterdikleri özveriyle bize, ‘Vatanım Sensin’ deme fırsatı yaratanların mirasına layık olduğu özeni gösterebilmiş miyiz? Cumhuriyet’in 93’üncü yılında içte ve dışta sorunlarla boğuşurken durup düşünmek lazım… Doğası talan edilen, her gün şehitler veren, göçmenlerle toplumsal kimliğini yitirme sürecine giren, kadınlara şiddeti hak gören, çocuk istismarında başa güreşen bir süreç içinde bizler gerçekten de bu vatanı çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapabildik mi?

Moda tabirle, ‘Kimse kusura bakmasın’… Cumhuriyet’in ilk yıllarını gösteren resimlere-filmlere baktığımızda, o günlerden bugüne cennet mi cehennem mi yapıldığı kendiliğinden çıkıyor ortaya. Onun için kuru kuruya ‘Vatanım Sensin’ demek bir şey ifade etmiyor. Önemli olan, bu sözün ruhunu yaşatabilmek! Nitekim aynı mantık ekrandan ‘Vatanım Sensin’ diyenler için de geçerli. Yaşatabilmişler mi, yoksa sadece ‘vatan’ üstünden nemalanmaya çalışan işler kategorisinden mi çıkmışlar karşımıza? Dizinin eksiklerinden bakalım konuya.

VATAN SEVGİSİNDEN, VATAN HAİNLİĞİNE İNCE ÇİZGİDEKİ EKSİKLER…

Balkan cephesindeki savaş ortamının kıyımcı yüzünü, ‘vatan sevgisi’ne dair sözcüklerle kutsayarak açılışını yapan ‘Vatanım Sensin’, dönemsel özelliği ve başoyuncularından dolayı yeni dönemde merakla beklediğim yapımlarındandı. Ancak Cumhuriyet Bayramı öncesi ekrana gelen dizinin ilk bölümü bu meraklı bekleyişimi kısmen tatmin etti. Kısmen diyorum, çünkü üslup açısından hayal kırıklığına uğratmayan ve çekimleriyle de güzel bir tablo sunan dizi, hem Cevdet-Azize-Tevfik ile Seyid-Şura-Petro üçlüsünü hatırlatıp ‘Kurt Seyid ve Şura’ ile benzeşme duygusunu hissettirdi bana, hem de eksik tatlar bıraktı ardında… En başta da ‘Vatanım Sensin’ duygusunu, gerçek vatan sevgisi bazında aktaracak ruh yetersizdi yapımda! Değerlendirmeye isminden başlayacak olursak…

Keşke diyorum dizinin adı ‘Vatan Haini’ olarak bırakılsaydı… O takdirde içeriği, ismiyle daha iyi bağdaşırdı. Zira şimdiki haliyle sadece kocasının olduğu her yeri, ona duyduğu aşktan ötürü vatan belleyip ‘Benim Vatanım Sensin’ diyen Azize’nin mantığını vurgulamakta. Yani toprak babından vatandan ziyade aşkla gelen bir dışavurum ifadesi, ‘Vatanım Sensin’ ismi! Buna karşılık olağanüstü haller dâhilinde bu değişimi yapanların çekincesini de hoş görmek lazım. Hem zaten ‘Vatan Haini’ olmakla, canını vatan uğruna feda hisleriyle ‘Vatanım Sensin’ deme mantığı arasında öyle derin uçurumlar da yok nihayetinde. İkisini birbirinden ayıran ince çizgiyse, kişinin algılarıyla yönlenen ruh dünyası! Nasıl ki dizinin kırılma noktası da o ince çizgide çıktı ortaya. Klişeleşmiş bir kahramanlık anlatısı olmaktansa, aşkla-mücadeleyi bir arada vermeyi tercih ederek her kesimden izleyiciye göz kırpan senaryo, bu kırılmayı hem karakterleri üstünden sergiledi, hem de izleyicisinde yarattığı his eksikliğiyle.

Mesela ben, dizinin başlangıcından daha coşkulu vatan sevdası yakalamak isterdim doğrusu. Oysa açılışta öyle abartılacak derecede muazzam bir çarpışma duygusu yaşatamadığı gibi bu çarpışmaların beyhudeliği akla işlendi. Tıpkı Sinan Engin’in ‘Çanakkale Çocukları’ filminde olduğu gibi! Vatanın mübarekliğinden bahsedip, makineli tüfeklerin bulunduğu düşman siperine elde kılıç padişah misali at sürerek ‘Hoş geldin Süleyman’ dedirten Binbaşı Cevdet’e eşlik eden şiirsellik de olmasa… O sahnenin vatan koruyucu ruhunu hissetmek iyiden iyiye zorlaşacaktı hani. Sonra akış bizi Selanik’e götürdü ve en kestirmesinden verilen bu zaferin, gösterişli bir girişten öte anlam taşımadığını; hezimete uğranılan Balkanlardaki resmin büyük çerçevesinde sadece önemsiz bir parça olduğu gerçeğini Selanik’teki sahnelerle daha iyi algıladık. Zaten konunun temeli de zafer değil, yenilgiyle gelen değişimler üstüne kuruluydu ve bizi bu noktada yanıltıp beklentiye sokansa, dizinin içeriğiyle uyuşmayan ismiydi.

İsme takılmayı bırakıp diziye daldığımızda, sağına soluna bakınarak garnizonda gezinen Binbaşı Cevdet’in hali de bir garip geldi. ‘Neyin arayışı içinde’ derken, sırtına dayanan tabanca işin rengini belli etti. ‘Arkanı kollamıyorsun, üçüncüde biter’ uyarıcılığındaki çocukluk arkadaşı Tevfik’le aralarındaki oyundan ibaretti bu tedirginlik. Her şey güzeldi hoştu ama bu süreçte de pek güçlü duygular hissedemedik açıkçası. Neyse ki, hisleri tetikleme hususunda Azize-Cevdet buluşması kurtarıcı gibi yetişti imdadımıza. Yakın çekimden kadrajı dolduran öpüşmeler, banyodaki ıslak ıslak haller o denli sahiciydi ki, o anda biz de savaşın gerekçesini yorumlayan Cevdet’in ‘Vatanlarını geri istiyorlar işte’ sözüne takılmayı geçip vatanı, sevdikleriyle birlikte olunan toprak parçası gören Azize gibi ‘Vatanım Sensin’ dedik. Böylece dizinin devamındaki duygu zayıflığına katlanmamız da kolaylaştı birden. Umarım ilerleyen bölümlerde, vatan sevgisinden vatan hainliğine uzanan ince çizgide, daha da hisleniriz.

Azize’nin Cevdet’in yokluğunda çektiği sıkıntıları es geçip onun ruh dünyasını bize hissettiremeyen… Hasan Tahsin olayını en kestirmeden vererek bir duygu eksikliği daha yaşatan ‘Vatanım Sensin’in göze batan bir diğer olumsuzluğu… Bölüm finalini saymazsak, fazlasıyla tahmin edilebilir bir akışa sahip oluşu! Nitekim Binbaşı Cevdet’in 300 şehit vererek kazandığı zaferle döndüğü Selanik Merkez Garnizonu’nda karşılaştığı tablo itibariyle, devamının nasıl getirileceğini çözmek kolayca mümkün oldu. Belli ki savaşın beyhudeliğinden bahseden Albay ve ‘Savaşın kılıçla kazanıldığı devir geçti’ diyerek toprakların masa başında el değiştirdiği, ülkelerin kaderlerinin politikayla belirlendiği gerçeğini dile getiren Tevfik, Cevdet’in tekere taş olmaması için bir şeyler yapacaklardı. Yaptılar da. Hem de jet hızıyla. Burada akıllara takılma ihtimali olan bir detaya değinmek istiyorum…

Cevdet’in dönüşü ve ihanete uğraması böylesine hızlandırılmış biçimde mi olmalıydı? Misal ilk bölüm savaş sahnelerine ağırlık verilerek o günlerin ortamı izleyicinin ruhuna nakşedilip ihanet sonraya bırakılamaz mıydı? Evet. Bırakılsa iyi olurdu ama bu hem daha çok masraf demekti, hem de savaştan ziyade aşkla ihanet çatışmacılığı görmeyi tercih eden izleyiciyi kaçırma riski yaratırdı. Bu nedenlerle dizi elini çabuk tuttu ve ilk bölümden savaşçılığı da, ihaneti de hallediverdi. Tabii bu demek değil ki, bundan sonra çatışma yok. Muhakkak olacaktır. Üstelik ‘Yunan Albayı’na dönüşmüş Cevdet ile ihanetçilikten, vatan kurtarmacılığına evrilmiş Miralay Tevfik’i karşı karşıya getirerek. Bu süreçte, ‘Yaşasın Yeni Yunanistan’ diyen Cevdet’in, ay-yıldız yüzüklü adam vasıtasıyla ‘İçerde’ dizisindeki Sarp’a dönüşüp Yunan üniforması altında bağrına taş basarak vatan sevdasını sürdüreceğini tahmin etmek de zor değil. Tevfik de dönem dizisinin Mert’i olursa şaşmayalım. Al sana bir köstebek dizisi daha.

Sözün kısası; ‘Kurt Seyid ve Şura’daki gibi savaş günlerinde çocukluk arkadaşının hainliğiyle düzeni bozulan ve sevdiği kadınla arasına nifak tohumları ekilen öykü yönüyle ‘Binbaşı Cevdet ve Azize’ isminin konması da mümkünmüş dediğim ‘Vatanım Sensin’in ilk bölümünde en büyük eksiği, hissi yönünün zayıf bırakılmışlığı ve öykünün sürprizsizliği. Vazife gibi araya sıkıştırılan ayrıntıları, aynılıkları ve baştan tahmin edilebilirlikleri sevmiyorum vesselam!

‘VATANIM SENSİN’İN BEŞ YILDIZLI YÖNLERİ…

Tarihle iç içe olan dönem dizileri eksilerle artıları bir arada getiriyor karşımıza. Kuşkusuz tarihi masaya yatırmamıza ve sorgulamamıza da fırsat oluyorlar. Eminim ‘Vatanım Sensin’ de böylesi yönler çıkartacak. Nasıl ki; daha ilk bölümden kahramanca mağlup olma ve Saray memurluğu konularındaki cümleleriyle düşündüren… Azize’nin ‘Aile bir arada durmayı başaramazken koca Osmanlı nasıl ayakta dursun’ sözüyle içteki düşmanlığın yıkıcılığının altını çizen… ‘Osmanlı Öldü’ haykırışıyla Osmanlı’nın öldüğünü cümle âleme ilan edip ‘Bizi, birbirimizle başkasının savaşında savaştıran devlet çoktan ölmüştür’ diyen Cevdet’le de mesajcı yüzünü layıkıyla gösteren bir iş oldu. Dolayısıyla eksiklerine rağmen Perşembe’nin zirvesine kurulmayı hak eden beş yıldızlı bir yapım diyorum. Dizinin yıldızlı yönleri neler peki?

Diziye ilk yıldızı kazandıran özellik, içeriğin tek taraflı propagandist bir bakış açısına sahip olmayışı! Balkan Savaşı’ndan İzmir’in işgaline, körü körüne bir dil kullanmak yerine o günlerin olaylarına her iki tarafın gözünden bakıp söylem geliştirmesi takdire değer bir özellik. Alkış.

İkinci yıldızım, Bergüzar Korel-Halit Ergenç çiftine… Dizi dışında ister sevin ister sevmeyin, hayat felsefelerini ister beğenin ister beğenmeyin bu ikilinin oyunculuk uyumu ve canlandırma gücü mükemmel. Zaten dizi içinde tek başlarına oldukları sahneler yavanken, birlikte göründükleri yerlerde gerçek duyguyu yakalamak mümkün oluyor. Bu da demektir ki, dizinin motivasyon kaynağı onların güçlü birlikteliği. Beraberlikleri ebedi olsun diyelim.

‘Vatanım Sensin’de üçüncü yıldızım, Onur Saylak’a… Vatan haini gibi dursa bile boş yere masa başı oyunlarına kurban olmak istemeyen ve aslında kendince vatanını sevip aşkı için savaşan Tevfik rolündeki duruşu kusursuz. Böylece hoşa giden yeni bir kötü adama daha kavuşmuş olduk. Dizi ilerledikçe onun performansından daha çok yararlanılacağını umuyorum.

Dördüncü yıldız için layık gördüğüm yön, dönem dizisi olarak sergilenen kalite. Gerek karakterler, gerekse mekânlarla dönemin atmosferi başarıyla hissettirilmiş. Emeklere sağlık.

Ve beşinci yıldızım da, genç oyunculara… Leon’un zengin dünyasına imrenip Yunan balosuna koşturan ve ‘Madem Yunanlılar da yaşıyor burada. Türkler kadar onların da hakkı var. Hem bunca zaman Osmanlı yönetmiş de ne olmuş? Hal meydanda’ diyerek İzmir’in işgaline olumlu bakan Yıldız’ı canlandıran Pınar Deniz… Vatanı, Yunan’a bırakmama idealistliğini toyluk ateşiyle karıştırıp Ali Kemal’in başına iş açan Hilal’e yakışan Miray Daner… Gerçek ailesini bulamama acısıyla onca yıl kardeş bildiği Yıldız’a âşık olma anlamsızlığını harmanlayıp kendini Haci’nin meyhanesine vuran Ali Kemal’i tekmil hissettiren Kubilay Aka ve Yunan subayı tipini yapay iticilikten kurtarıp ‘Onlar da insan’ kıvamına sokan Boran Kuzum… Dördü de dizinin genç yüzleri olarak üstlerine düşeni yaptılar. Tebrikler.

Sonuçta; Balkan Savaşı’nın rezalet olduğu söyleminde Osmanlı’nın o yıllardaki Saray haline değinen ve savaşmadan kaybedilen savaşlara vurgu yapan… Azize’yi Selanik’ten İzmir’e yollamak için klişe biçimde Niko’nun vurulma olayını yaratarak basitleşen… Ve yedi yıl zaman atlamasıyla esas öyküsünü başlatırken eksiklerini de hissettiren ‘Vatanım Sensin’de bundan sonraki yol haritası belli. Bu yolda ilerlerken en önemli güç kaynağının yer yer sıkan, kimi zaman başka yapımlarla benzeşen senaryo olmadığı da kesin. Bunun için dizinin yıldızlı yönlerine ağırlık verilip yersiz uzatılmış sahnelerden mümkün olduğunca kaçınmak lazım.

Ayrıca Kıvanç Tatlıtuğ ile Tuba Büyüküstün’ü buluşturma akılcılığındaki ‘Cesur ve Güzel’in rekabetçiliğinin kapıda olduğunu da hatırlatırım. Karavan krizleriyle anılan ‘Cesur ve Güzel’in ‘Vatanım Sensin’i de reyting krizine sokması istenmiyorsa şayet, Perşembe tercihini Kanal D’den yana koyan izleyiciye ‘Vatanım Sensin’ ruhunu yaşatabilmek için içeriğe biraz daha heyecan ve his katılmalı derim. Nokta.

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal