Bu çeşniye-bolluğa karşın gerek mesajlarıyla, gerekse biz gariban seyirciye aktardıkları atmosferle sıradanın ötesine geçenler ne yazık ki sayıyla. Hele Cannes Film Festivali, sadece içerik üslubuyla değil, özel gecelerinde gazetecilerin dahi siyah kostümler giyerek görev yaptığı kıyafet özeniyle de farkını ortaya koyarken, bizdeki turistik gezi mahiyetli festival sevdası ve yaratıcılıktan uzak gişe filmi mantığı daha bir sırıtır hale geliyor. Laikin istediğiniz kadar eleştirin, ne çare! Hem günümüzde hatalı olaylara eleştirel yaklaşım öyle tahammülsüzlük ve edepsizlikle karşılanmaya başlandı ki, olumsuzlukları işaret etmek veya dile getirilenleri yazıya dökmek dahi suç sayılacak hale geldi nerdeyse. Velhasıl geniş kadrajlı filmcilik derin konu, hayrola sonu… Diyelim ve bu derinliklerde boğulmak yerine 11 filmin gösterime girdiği haftada, farklı açılardan dikkate değenlere geçelim.
‘YARININ DÜNYASI’ NÜKLEER MERAKLILARINA KARŞI!
Gelecekle ilgili hayaller, hikâyeler yaşamın olduğu kadar kurguların da vazgeçilmezlerinden. Hem bunlar üstünde kapsamlı içerikler yaratmanın, doğayı-dünyayı açgözlülüğe kurban eden otoritelere yönelik eleştiriler yapmayı, insanları bilinçlendirici fikirler aşılamayı kolaylaştırdığı da bir gerçek. Bu doğrultuda övgüsel mesajcılığı seven Amerikan sineması bile, dünyanın gidişatından ürktüğünden midir bilinmez, son zamanlarda bu tarzda işlere ağırlık vermiş durumda. Nasıl ki, Lost’un yaratıcıları Brad Bird ile Damon Lindelof imzasını taşıyan ve “Tomorrowland” adlı hikâyeden uyarlanana ‘Yarının Dünyası’ da bu özelliği taşıyanlardan.
Oscar ödüllü aktör George Clooney’nin canlandırdığı Frank’in kendini tanıtması ve sözü hızlıca toplayarak gelecekle ilgili bir hikâye anlatmasıyla açılışını yapan film, bu süreçte ‘istikrarsız hükümetler, nüfus artışı, su ve yiyecek kıtlığı, doğanın kirlenmesi’ gibi günümüz dünyasında varlık gösteren ürkütücü olgulara işaret ederek ‘Gelecek korkutucu olabilir’ diyor bize. Bu anlatımda olayı daha sevimli kılmak için bulunan orta yol ise ‘Ben çocukken’ diyerek 1964 New York Dünya Festivali’nin cıvıl cıvıl renkli tablosuyla işe başlamak. Buradaki 50 Dolar ödüllü Mucit Yarışması ve ‘Ben geleceğim’ söylemiyle tüm şirinliğini sergileyen küçük kız Athena ile ‘Yarının Dünyası’na yolculuğunu gerçekleştiren içerik, Disneyland’in bir bölümü olarak 1955’de kurulan dünyanın atmosferinden, 2003 yılının NASA’sına uzanıp yıldızlara gitme sevdasındaki Casey’yi tanıştırıyor bize. Asıl hikâye de bundan sonra başlıyor zaten.
Sınırsız meraka sahip olup her aletten anlayan Casey üstünden ‘Fikir üretmek zordur, vazgeçmek kolay’ felsefesini işleyen yapım, geleceği şekillendirme hevesini de hissettiriyor. Herkesin durumun kötülüğünden bahsettiği ama düzeltmek için bir şey yapmadığı dünyanın ‘umursamazlık’ sonucu yok olacağını işaret eden filmin mesajı; ‘Hayal gücü, bilgiden önemli’.
Başka hayatların varlığını ve insanların geleceğini tesis etmeyi, uzayda değil de dünyanın içindeki başka algı boyutlarında aramak gerektiğine dikkat çeken ve ‘Yarının dünyası beklendiği gibi çıkmayabilir hatta dünyanın sonu bile olabilir’ diyen senaryonun özellikle altını çizdiği konu ise cidden çok önemli… Araştırmacı, vazgeçmeyen beyinlerin geleceğin yapı taşları olduğunu işlerken ‘İlkel insanların dünyanın sonunu getirecek’ demekte!
Tüm dünyanın, yanlış kurdu beslemeye yani kötü olanı yapmaya motive eden, dev bir beyin yıkama yayıncılığının etkisinde olduğu… Felaket işaretlerine baş çevirmemizin arka planında geleceğin bugün bizden bir şey talep etmemesinden kaynaklanan duyarsızlığın yattığı… Kehanetlerin aslında insanları bilinçli olarak korkutma amacı taşıdığı… İnsanların kıyameti coşkuyla karşılayıp bundan ekonomik çıkar sağlamaya yöneldiği ve dünyanın sonunun güle oynaya el birliğince hazırlandığı… Ve daha niceleri, ‘Yarının Dünyası’nın temel taşları.
Tesla, Edison, Eiffel ve Jules Verne’i ‘Öncü dörtlü’ olarak gösterip Eyfel Kulesi’ni de gelecekle bağlantılı bir kamuflaj mekanı şeklinde sunan yapımdan çıkartılacak özel derse gelince… Dünya genelinde insanları, kendilerini büyük bir şeyin parçası gibi hissettirmeye yönelik, algı operasyonunun hüküm sürdüğü gerçeği. Biz de yaşarken sürekli hissetmiyor muyuz bunu?
Sonuçta; Bizdeki çoluk çocuklu resimlerle reklamı yapılan nükleer santraller, doğa dengesini bozan HES'ler yerine ‘Rüzgar enerjisi’nin gerekliliğini görsellikle vurgulayan… Ormanları kesmek yerine ağaç dikmek gerektiğini gösteren… Doğal tohumlarla tarımın önemine dikkat çeken… Hayvanların avlanmamasının, nehirlerin kendi doğasında varlık göstermesinin güzelliğini yansıtan… Kısacası mevcut otoriteler nereden çıkar elde ediyorsa, onların tam aksini söyleyerek şimşekleri çekmeye müsait olan… Özellikle nükleer enerji meraklılarının hiç hoşuna gitmeyecek türden bir iş ‘Yarının Dünyası’! Geleceğin bugünle iç içe olduğunu anlatan sivri dilli ve renkli bir yolculuğa çıkmak da, hayallerle gerçekleri buluşturmak da size kalmış.
HELAK: KAYIP KÖY’Ü GERÇEKTEN İZLEYİP YORUMLAMALI!
Eline kamera alanın film çekme modasında olduğu gibi ne yazık ki aynı yoğunlukta açığa çıkmaya başlayan bir diğer moda, film izlemeden film eleştirisi yapmak! Sadece bizde görülen bu moda iki ağızlı bir bıçak üstelik… Bir bakıyorsunuz filmden bihaber cevvaller, izlemedikleri yapım hakkında gereksiz yağ çekmelerle girişiyorlar işe… Nedir, yapımcıya-oyuncuya yaranılacak. Sonra bir bakıyorsunuz aynı cevvallik bu kez tersine işliyor. Filmi bilmedikleri için felsefi söylemlere dalıp alt kültür eleştirisi yolunu seçerek körü körüne karalama yapma uyanıklığı eleştirmenlik diye sunuluyor. Hani filmden birkaç sahne sorsan, içeriğin hangi mesajları taşıdığını anlayıp anlamadığını irdelesen apışıp kalacaklar… Yerliyi aşağılama mantığının esiri olanlar, aynı film yabancı isimlerle beyazperdeye çıksa bir dolu övgü dizecekler ya… Neyse. Bazı filmciler gibi onlar da bir yol tutturmuşlar işte. Devir, o devir.
Her zaman yargısız infazın, kulaktan dolma eleştirilerin ve katıksız yabancı hayranlığının karşısında olma huyumdan dolayı yaptığım bu zaruri girizgâhın ardından Özgür Bakar’ın 130 kopya ile vizyonda yerini alan yeni filmi ‘Helak: Kayıp Köy’e gelecek olursak…
Amerikan sinemasının şeytan, kötü ruh gibi korku objelerine karşı cin olaylarının üstüne gitmeyi seçen yerli korku sinemamıza farklı bir örnek olarak ‘Helak: Kayıp Köy’ü kazandıran Özgür Bakar’a göre bu film onun ustalık eseri. Peki, gerçekten öyle mi?
Çıraklığı, ustalığı bilmem ama filmin korkuya bakış penceresi ve aktarmaya çalıştığı mesajlarla kayda değer bir yapıda olduğu gerçek! Aslında cümle aralarına yabancı kelimeler sıkıştırmayı bilgi üstünlüğü telakki edenler ne derse desin, çoğu yabancıya da fark atabilir. Zira abartılı efekt desteğiyle ahım şahım hale getirilmeye çalışılan ama içeriklerle alışkanlık yaratan ve kimi zaman korkutmak şöyle dursun tebessüm dahi ettiren yabancıların ötesinde bir tarzı var.
Steven Spielberg’ün 1982 yapımı ‘Kötü Ruh’unun, tuz ruhuna çevrilmiş hali gibi duran yeni versiyonunu ardından İlker Aksum’un ve oyuncu kadrosunun bulunduğu basın gösteriminde izlediğim ‘Helak: Kayıp Köy’, ölü yıkama-cenaze-mezarlık görüntülerini, toprağın altından yükselen çığlıkla buluşturarak yaptığı açılıştan itibaren kendi içinde tutarlı bir yol izliyor. 19’uncu köyün kayıplığında telaşa kapılan araba yolcularının gece vakti gördükleri cenaze arabasını takip edişleriyle gelişimini yapan filmin baş özelliği, bir sonraki sahnenin neyi getireceğini ve finali net biçimde tahmin etme belirsizliği taşıması! Ayrıca efektlerin üstüne fazla yoğunlaşılmamış olması da türü adına avantaj. Böylece abuk sabuk öte dünya karakterlerinin varlığında lunaparklardaki korku tünellerine dönüşen sıradanlığın dışına çıkılıyor. Daha dünyevi ve insani bir merak yaşatılıyor.
Aksaray’ın tarihi dokusunu ve yer altı şehirlerinden kesitleri yansıtarak özelliğini geliştiren yapımda, kuşkusuz farklı korku filmlerinden çağrışımlar yakalamak mümkün. Ancak ‘Güllerin Savaşı’nda yakışıklı psikiyatr Onur’u canlandıran Soydan Soydaş’ın da yer aldığı filmde asıl vurgu, korkudan ziyade kabir azabı üstüne olunca bunlar önemsizleşiyor.
Tekinsiz ev, küçük çocuk, ürkütücü köy atmosferi, aniden beliren görüntüler gibi korku türünün klişeleriyle yol alırken bir yandan da vicdani muhasebeye yönelten senaryonun hedefi, gerçek yaşamın toprağın üstünde değil altında başladığını düşündürmek! Orada Allah’ın imtihanına tabi tutulacağımızı… Makam, itibar gibi dünyevi payelerin boşluğunu… Her daim açık olan Tövbe Kapısı’nın da bazı kaideleri olduğunu… Ahrette bedava olan huzuru bulmak için bu dünyada biraz rahat durmak gerektiğini korku atmosferinde mesajlaştıran senaryonun özlü sözüyse; ‘Varlıkta şımarmamak, yoklukta isyan etmemek’ üstüne! Anlayana.
Tabii bu arada, kötülerin işledikleri suçu ödeyeceğine dair bir metafor yaratmayı hedefleyen ve Fırat Tanış’ı da konuk oyuncu olarak sunan filmin kimi kusurları da yok değil… Mesela yemek masasındaki tavırlar inandırıcılıktan çok uzaktı. Yiyeceklerin bozulmuş olduğunu söyleyip sonra onları yemeyi sürdürmek tutarsız geldi bana. Aynı şekilde ev ortamı da kendini sorgulatan türdendi… O Kadar kirli bir girişin ardından pırıl pırıl çarşafların olduğu yataklar mantığı zedeleyen detaylardan.
Neticede; Herkesin zaafıyla sınandığı bir film ‘Helak: Kayıp Köy’… Kendi korku takipçisini yaratan Özgür Bakar’ın uluslararası kulvarda da tarz yaratacağını düşündüğüm filmde bize sunduğu iş ise yükte hafif pahada ağır nitelikte ve yerli korku meraklılarını tatmin edecek kapasitede. Ayrıca üst kültür diye geçinenlerin nice küfürlü basit komedilere bayıldığı gerçeğinde, filmi izleyen kitleyi ‘alt kültür’ etiketiyle küçümsemek de hata olur! Biline…
YAŞASIN… YERLİ HARRY POTTER SİNEMADA!
Teknolojinin her geçen gün daha çok hayatımıza girmesiyle vazgeçilmezimiz halini almaya başlayan Vine ve Twitter fenomenliği, sinema dünyasının da kapılarını açmak için müthiş bir fırsata dönüştü adeta. Erdi Dikme’in yönetmenliği, Barbaros Dikmen’in başrolündeki ‘Sihirbazlar Okulunda Bir Türk’ de internetten beyazperdeye yol alanlardan.
‘Büyücülük ve Sihirbazlık Okulunda Bir Türk’ ismiyle gerçekleştirilen yedi adet Vine’la 20 milyonu aşkın izleyiciye ulaşınca filmleştirilmesine karar verilen yapım, Sivaslı Mehmet’in sürpriz biçimde Spellcraft Sihirbazlık Okulu’na kabul edilmesiyle gelişen bir öyküye sahip. Kendisine yabancı olan bu dünyaya ayak uydurmak isteyen yerli Harry Potter kıvamındaki Mehmet’in, Selen Seyven’in canlandırdığı Aria’ya abayı yakması bu gelişimin parçası. Büyü, platonik aşk derken sonrasında okul günlerinin bitişi ve aile hayatındaki sihirli komedi çıkıyor ortaya. Yani tablo, hayli renkli bir taklit olarak güzel kotarılmış. Belli ki devamı da olacak.
Şimdi gelelim işin asıl önemli yönüne… ‘Sihirbazlar Okulunda Bir Türk’, ortam ve kılık-kıyafet bakımında gayet özenli olsa bile… Orijinalinin fikirlerini, müşteri çekecek biçimde ustaca yerlileştirse de… Ne yazık ki, Recep İvedik türünün açtığı ‘küfür, cinsellik mizahtır’ mantığını sürdüren; özenli komedinin kalitesini hissettiremeyen bir kaba gülmece tadı bırakıyor ağızda.
Oysa işi gücü yabancılardan bir şeyler devşirmek olan sektörel bakışta yerli Harry Potter yaratma fikri gerçekten de kayda değer girişim… Ve üstünde etraflıca düşünülürse buradan televizyon dizisi bile çıkabilir… Ki, ister Harry Potter fanlarının kızgınlığıyla ister Vine’lardan gelen merakla ekranda büyük ilgi göreceğine de eminim. Öyleyse komedi için emek sarf ederken, küfür ve cinselliğe bu denli bel bağlamak niye? İnsanları kolayca güldürebilmenin yegâne yolu olarak görüldüğünden mi? Hoş, küfre niye gülünüyorsa o da ayrı bir mesele ya!
Kısacası; Orijinallerle dalga geçmek kazançlı bir akım olabilir kurgu dünyasında. Nitekim bu türde farklı yabancı yapımlar da çıktı piyasaya ve iş yaptı. Kuşkusuz Vine fenomenliğiyle yıldızlaşmaya çalışanlar kategorisine giren işlerden olan ‘Sihirbazlık Okulunda Bir Türk’ de 165 kopya ile sinemada umduğunu bulacaktır. Ne de olsa trend; Gırgır şamata, gerisini arama…
Anibal GÜLEROĞLU