Yapımların başarısı neye bağlı?

Ve nihayet ‘Bunca iç karartan, yürek daraltan sahne bunun için mi izlendi’ sorusunun kaçınılmaz olduğu bir finalle noktalanma modası, kendi çalıp kendi oynayanlarca ‘başarı’ etiketine layık görülüyor olsa da hakikat bundan çok farklı.

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Bir yapımı çekici ve başarılı kılan nedir? Kuşkusuz her dalın kendine ait kriterleri vardır. Ama bu soruya en net cevap ‘Sanatta temel olan, yeni ve kişisel bir şey söylemektir. Büyük sanatçı bununla belli olur’ diyen Leo N. Tolstoy’dan… Sinema ve dizi sektöründe de bu gerçek alabildiğine geçerli. Yapımlara ilgiyi yoğunlaştıran olguların başında, kadrolar bir yana, yaratıcılıkla gelişen sürprizli içerikler gelmekte.

Peki, bir çalkantılı dönemin akabinde ‘Yol’ filmine verilen Altın Palmiye’nin 32 yıl sonra tam da Türk sinemasının 100’üncü yılında ‘Kış Uykusu’na sunulduğu günümüzde, bizim film dünyamızda ve yapımcısından oyuncusuna onunla paralel yol alan dizi sektöründe bu özelliğe ne derece hassasiyet gösterilmekte?

Bu soruya cevap için de öncelikle bizdeki saman alevi gibi parıldayıp sönen ‘sanat’ algısının başarı değerine kısaca bakmak lazım.

SANAT, SANAT İÇİNDİR KOLAYCILIĞI

Halkın zevkine hitap etmeyi umursamadan kalıplarla yol almanın ‘sanat işi’ sayıldığı yerlerde başarı kavramı her zaman için tartışmaya açık bir konudur. Bu tartışmanın en kolay savunma kalkanı da, başarıyı kendilerine göre yorumlayanların ‘minimalist sinema’ söylemi!

‘Sanat, sanat içindir’ diyerek gelişen ve ‘Bir kameranın yettiği yerde ikincisine gerek olmadığı’ görüşündeki minimalist sinemanın özelliklerinin, hakkıyla uygulanmak yerine, işe geldiği biçimde alabora edilip maksimum sabır testine döndürülmesi…

Uzun plan kaygısıyla kamerayı ufka odaklayıp, yakına gelene kadar seyirciye baygınlık yaşatarak yaratılan mesajdan yoksun, dakika doldurmacı sahnelerin bolca tekrarlanması…

Ağaçların-yaprakların, börtü böceğin, uluyan kurtların ve dahi akan suyun-karın-fırtınanın hatta gökteki bulutların doğallık adına uzun uzun yansıtılması…

Sanatsallığın dolgu malzemesi olarak seçilen atların, metaforlar için bıkkınlık derecesinde kullanılıp dakikalar boyunca bir sağ bir sol göz görüntüleriyle perdenin işgal edilmesi…

Doğal ışık olgusunun, ‘karanlıkta kusurlar kaybolur’ dercesine karartıldığı atmosferde, arayış içindeki ruh halini bir türlü tatmin edemeyen bunalımlı karakterlerin yaratılması…

Ve nihayet ‘Bunca iç karartan, yürek daraltan sahne bunun için mi izlendi’ sorusunun kaçınılmaz olduğu bir finalle noktalanma modası, kendi çalıp kendi oynayanlarca ‘başarı’ etiketine layık görülüyor olsa da hakikat bundan çok farklı.

Dahası, bu yolu tutturanlar için ‘başarı’; seyircinin çoğunluğunun beğenisini alamama durumunu ‘Gişe bizim için önemli değil’ havalarıyla kamufle edip ululaşma merakının, dakikalar boyu sürmesine rağmen incir çekirdeğini doldurmayan senaryoları ‘şiirsel anlatım’ diye yutturma uyanıklığıyla bütünleşmiş hali olsa bile bir yapımın tavandan tabana yayılan hakiki başarısı, onun sadece jüriye değil seyirciye verdiği tat kadardır! İstisnalar çıksa bile sinemada da, televizyonda da bu geçerli.

Zira bir sahneyi, sırf minimalist olacağım diye doğa belgeseli çekiyormuşçasına kaydedilen görüntülerle böğk getirene kadar uzatmak veya karakterlerini yarı karanlık bir odaya tıkıp boş gözlerle çevrelerine baktırıp baktırıp üç beş kelime ettirmek marifet değil. Bu olsa olsa sanatın, festival ödüllerine oynama ve seyirciden ayrıştırılma haline dönüştürülmesi olur ki, bu da o işi üretenden başkasına bir değer ifade etmez. Örnekleri bolca…

Kaldı ki, bizim ‘Halk sanattan ne anlar’ misali, sözüm ona büyük sanatçılık havalarında kullandığımız bu unsurlara gerek dahi görmeden genele hitap eden sanat icrasını ispatlayan ve kendini dünyaya izlettirmeyi başaran filmlerin ödüle layık görüldüğü Oscar Ödülleri’ndeki sanat anlayışı da, seyirciyi küçümser mahiyetteki ‘Gişe beklentisi taşımama’ ukalalığından tamamen soyutlanmış durumda…

Tabii bu sadece Oscar’a mahsus bir durum da değil. ‘Taksi Şoförü/Taxi Driver’, ‘Narayama Türküsü/Narayama Bushiko’, ‘Ucuz Roman/Pulp Fiction’, ‘Özgürlük Rüzgârı’, ‘Hayat Ağacı/Tree of Life’, ‘Aşk/Amour’ gibi ilk etapta aklıma gelen ‘Altın Palmiye’li pek çok yapım hem sanatsal değer taşımayı hem de halkın ilgisini ve beğenisini kazanmayı becermiş.

Kısacası; her şeyi doğal biçimde anlatacağım ayağına, minimalizmin arkasına sığınıp onu amaç edinenlerin yaratıcılıktan uzaklaşarak sanatı yoksullaştırmaları, başarı adına övgüyü hak eden bir durum değil! Elbet bizim de festivallerin dışında sinema salonlarını doldurmayı başarabilecek, sanatla halkı buluşturabilecek ödüllü filmlere imza atacağımız günler gelecek.

Yeter ki, kişisel yaratıcılıkla zenginleşmeyi başaramamış sanat algısının sırça köşkünden başımızı dışarı çıkartmayı ve popülere kaçmadan ama halkın zevkine de hitap etmeyi bilecek sanat üretme alçakgönüllülüğünü göstermeyi bilelim. Eh, bunu yapmak için de birkaç ünlü ismin kadro gücünden ve kolay başarının pohpohlarından nasiplenmekten ziyade, el âlem gibi ciddi konularda emek harcamak gerek. Biz de hep zoru istiyoruz canımmm… Öyleyse hep birlikte kış uykusunda rüyalara devam.

SÜRPRİZ YARATAMAYAN DİZİLER

Şimdi bir yapımın çekiciliği ve gerçek başarısı için neyin önemli olduğunu özetledikten sonra gelelim içeriğini uzun sahnelerle dolduran ve kendini tekrarlayan dizilerin hal ve gidişatına…

Sanatın dışarıdaki örneklerinin aksine, minimalizmle halktan kopartıldığı sinema ayağındaki kısırdöngümüz gibi popülizmde abartıyı ilke edinerek seri üretime geçen dizi sektörümüz genelinde de müthiş bir yaratıcılıktan yoksunluk sergilenmekte. Sanki senaryolar fabrikasyon usulü imal ediliyor. Konfeksiyon kıyafetlerin basmakalıplığı, özel tasarımları sollayıp geçmiş!

Bu düzende de dizilerin isimlerinin farklı olması bir şey ifade etmiyor haliyle. Nasılsa hepsinde kaza-hastane-hapishane-ayrılık-hamilelik gibi etaplar üç aşağı beş yukarı aynı biçimde yer bulmakta. Çözümler de belli olunca, izleme keyfinin tükenmesi kaçınılmaz.

Mesela bir bakıyorsunuz ‘MedCezir’de Mira rahatsızlanıyor, ‘Güneşi Beklerken’de Melis hastanelik oluyor… Sonra hooop ‘Fatih Harbiye’de Pelin intihar farkıyla milleti başına topluyor. Aman bir telaş bir telaş… Sanırsınız bir şey olacak… Eee sonra? Sonrası Allah’ın emri yok pardon sürprizsiz gelişimi ve taklitçiliği ilke edinen kalemlerin çiziktirdiği kurtuluşlar!

Öte yandan ‘Bugünün Saraylısı’nda Ata’ya bozuk atan Üftade geçiyor direksiyona ve tosluyor duvara, sonra gelsin koma halleri… Arkasından ‘Güneşi Beklerken’de Zeynep’le arası bozulan Kerem, ‘Tek yol direksiyon’ deyip yola çıkıyor ve gümmm diye bindiriyor… Onun da durumu stabil ve her an mucize olması beklenmekte. Bu heyecana can mı dayanır diyeceğim ama… Öbür dünyanın ışığına yürümekle, bu dünyanın karanlığında kalmak arasında gidip gelen karakterler elbette ki senaryo günü kurtardıktan sonra kendilerini o hale düşüren ilahi güç tarafından normale döndürüleceklerinden, demiyorum.

Güzellik yarışmasını dahi geride bırakarak birinciliği kaptırmayan ‘Küçük Ağa’ da baş karakterini ölümün kıyısından döndürenlerden… Hem de suda ölümün. ‘Karagül’de Murat, Baran ile Ayşe ve Rüzgâr için suda arama telaşı olur da ‘Küçük Ağa’da neden olmasın? Olsun tabii. Hem de en afilisinden. Öyle ki, üç kadını tek parmağında oynatmayı erkekliğin şanından sayan Ali’nin kendi reklamında oynama becerisinin ardından kameramanlığına da soyunması cevvalliğiyle gelişen benzersiz heyecan(!) fırtınasında, tüyleri diken diken eden(edemeyen) arama kurtarma sürecini ve bekleyişi göğüslemek her babayiğit izleyicinin harcı değil.

‘Karadayı’nın her şartta postu kurtarmasını sağlayan, ‘Kurt Seyid ve Şura’da çok basit bir tuzakla Seyid’i gemiye koyup mucizevî biçimde karaya ulaştıran, ‘Kaçak’ta ve ‘Kurtlar Vadisi’nde ise milleti bir süreliğine ölümle burun buruna getirmenin ardından kolayca düze çıkartan ekran âleminde aynı performansı ‘O Hayat Benim’den, ‘Kara Para Aşk’tan ve henüz bunu akıl edememiş cümlesinden acilen bekliyoruz. Onların eksik kalması heyecanı düşürür.

İşin ‘güleriz ağlanacak halimize’ gerçeği bir yana, bu sonu baştan belli sahnelerdeki rutinlerle özgün yaratıcılığın dibe vurduğu apaçık meydanda. Baş kahramanların yapımcıyla yollarını ayırmadığı sürece ölmeyeceği kesin iken, böylesine klişe ve sürprizsiz akışlardan kim heyecan hissedebilir ki? Bu sezon tehlike sinyallerini veren diziler, yeni fikirler geliştirilmezse bir süre sonra iyice gözden düşecek haberiniz ola! Tıpkı başarıyı, sanatın üç beş okul öğretisinden ibaret olduğunu varsayıp benzerlerinin yaratıcı senaryo başarılarını görmezden gelme kolaycılığı neticesinde ilgi çekemeyen filmler gibi… Minimalizmi bırakın da az biraz yaratın.

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal