‘Yuvayı dişi kuş yapar’ demiş atalarımız. Ancak unutmamak lazım ki, çoğu zaman yuvayı yapmak kadar yıkılmasına giden yolu açmak da dişi kuşa bağlı! Bu noktada en önemli etken yabancılara karşı uyanık davranıp yuvayı sahiplenme bilinci olmakta. Yani her ne sebeple olursa olsun aile ortamında başka dişi kuşların cirit atmasına mahal bırakmamak; kurda, kuzuyu teslim etmemek şart.
Zira defalarca vurguladığımız üzere, kadının kadına düşmanlığında kıskançlık baş motivasyon. Bu da hasım olarak görülen kadını alt etmek için erkeği baştan çıkartma dürtüsünü geliştiriyor karşı tarafta. Hele bir de yuvanın dişi kuşu yeterince uyanık değilse veya ev ahalisi tarafından pek desteklenmiyorsa, yuvadaki düşmanın işi daha da kolaylaşıyor. Ondan sonra gelsin aldatılmanın hüznü, gelsin yuva dağılmaları… Velhasıl bir yuvaya yabancı kadın sokuldu mu, sorun çıkması hemen hemen kesin gibi!
Nitekim kurgularda da türlü sebeplerle sevgilisi-eşi olan adama kancayı takan kadınlar, yarattıkları problemlerle senaryo gelişimi için en verimli malzemeyi teşkil etmekte. Doktor kocasının taciz iftirasına uğrayıp intihar etmesinin ardından dengesini şaşıp ithamı yapan kadının evine dadı olarak girerek intikamını almaya heveslenen bir kadının öyküsünü anlatan 1992 yapımı ‘Beşikteki El/The Hand That Rocks The Cradles’ yabancılardan bir örnek…
Bu filmle paralel öyküye sahip olan ‘Yuvamdaki Düşman’ da bu verimlilikten nasiplenmeye çalışan yerli versiyonu. Lakin pek başarılı yol almadığı da muhakkak.
Yabancı yapımlardan ilham alma modasını uyan dizi Total’de 23’üncü, AB’de 21’inci sıradan başlattığı ekran macerasında ikinci ve üçüncü bölümlerde yükselişe geçtiyse de devamını aynı şekilde getiremedi ne yazık ki. Hal böyle olunca da dördüncü bölümünde Total’de 3.21 reytingle 18’inci sırada yer alıp AB grubunda 2.20 ile 21’inciliğe gerileyen yapım için ‘final’ ihtimali gündeme geliverdi. Kuşkusuz bu gidişatta dizinin payı oldukça fazla… Zira sergilediği tabloda pek çok sorun bulunmakta. ‘Yuvamdaki Düşman’ın sorunu ne diye bakarsak…
YUVAMDAKİ DÜŞMAN’I BAŞARISIZ KILANLAR
‘Survivor’ın sahneye çıktığı, ‘‘Mehmetçik: Kut’ül Amare’’ dizisinin teknik sorun gerekçesiyle yeni bölüm yayınlamadığı gecede reyting düşüşü yaşayarak dikkatleri çeken ‘Yuvamdaki Düşman’ın Perşembe akışında iyi bir performans elde edememesiyle ilgili değerlendirme yaparken rakiplerinin güçlü olduğu bahanesini arka plana atarak başlayacağım söze. Çünkü Çarşamba akışında zirveyi elden bırakmayan ‘Diriliş Ertuğrul’un, her geçen bölüm ilgi çıtasını yükselten ‘Sen Anlat Karadeniz’ karşısında nasıl havlu attığını hep birlikte gördük. Dolayısıyla ‘yanlış gün’ olgusu, dizinin başarısızlığında en son etken konumunda.
Bu saptamanın ardından yapımla ilgili olarak ilk göze çarpan ayrıntıya geçersek, öykünün çıkış noktasındaki tutarsızlık baş sorun! Bu tutarsızlığın kendini gösterdiği yer de, Selin’in yani Ceren’in intikam hırsını ateşleyen ve öyküyü geliştiren mağduriyet hali… ‘Beşikteki El’de kocasını kaybeden kadının intikam isteğinin köklü bir dayanağı olmasına karşın buradaki Selin geçmişi dengesizliklerle dolu psikopat bir tip… Yani felaket yaşayıp da intikamcılığa soyunmuş değil. Zaten hamileliği de Tülin’in kocasını ayartarak gelişen bir durum. Kemal’in sunacağı olanakları kaybetmiş olmanın ve çocuğunun ölmesinin yarattığı acıyı da hesaba katsak bile ‘Umut’ takıntılı Selin’in başlattığı intikam oyununun izleyici duygularına hitap etme gücüne sahip bir temeli yok. Bu düpedüz psikopatlığın yerli dizi klişeleriyle harmanlanmış hali. Dolayısıyla üstü kapatılan kaza olayıyla çizilen ‘Zenginler her türlü suçtan kurtulur. Sıradan vatandaşa da kendi intikamını almak düşer’ şeklindeki yol haritası baştan örselenmiş halde.
Başta, haksızlığa uğramış acınası halde sunulup ardından gerçek kişiliğiyle tanıtılan Selin’in ruh hastası karakterinden ötürü sekteye uğrayan diziyi aşağıya çeken bir diğer unsur, içeriğin etkileyici anlatım diline sahip olamayışı! Fazlaca kasvetli bir üslupla sunulan dizi sıkıcı bir etki yaratmakta. Buna sebebiyet verense, karakterlerin hemen hepsinin çok donuk yaratılması, diyalogların mızmızlığı ve canlandırmaların içeriğe adapte olamamış biçimde sunulması… Evet, kadro işinin ehli isimlerden oluşturulmuş. Fakat görünen o ki, bu kombinasyon kendi içinde bir bütünlük sağlayamamış. Hani tek tek hoşa giden yiyecekleri birbiriyle karıştırıp acemice bir yemek yapmaya kalktığınızda lezzetten ziyade ağızda nahoş bir tat kalır ya… İşte bir türlü yerli yerine oturmamış karakterlerin sunumundaki dizinin durumu da o hesap!
Şöyle ki; ‘Ufak Tefek Cinayetler’e öykünürcesine, hastane odasında her şeyi anlatmak isteyen kadının ‘Her şey sekiz ay önce başladı’ itirafçılığıyla açılan öykünün aktarım şekli fazlasıyla soğuk ve yavan. Mesela Yasemin’le kocasının ilişkisinden izleyiciye yansıyan hiçbir şey yok. Yasemin’in ruhsal sıkıntısı ve çocuğuna yaklaşımı hiç doyurucu değil. Kamera yerleştirmesi ve öldürdüğü adamın karısını bulması dışında o denli yetersiz bırakılmış ki, suçluluğu da evdeki huzursuzluğu da tamamen laftan ibaret kalıyor. Murat’a soğuk davranıp Alper’i kendine yakın hisseden Yasemin’in kardeşine karşı sergilediği sertlik bir hayli eğreti durmakta. Öte yandan dudağının kenarında hafif bir tebessümle ortalıkta dolanan Murat da yüzeysel bir karakter konumunda. Karısının kazasını örtbas etme cevvalliğinin, şirketteki sorumluluğunu ailesiyle beraber olmak için askıya alacağı söyleminin ve karısına karşı annesinin yanında yer almanın ötesinde sahne doldurmadan ibaret. Dolayısıyla boş boş eve gelip gitmenin dışında ciddi bir aksiyona sahip olmayan Murat’ın öyküdeki ağırlığını hissetmek hayli zor… Ki bu da dadı intikamcılığının hedefindeki aile yapısının zaten kökten bozuk ve kopuk olduğu, ekstra çomaklamaya ihtiyaç duymadığı izlenimini yaratıp devşirme hikâyenin etkisini kısıtlamakta.
Keza, Olcay karakterinin mimiksiz varlığı da ‘Yuvamdaki Düşman’ın bir diğer aktarım sorunu! Ailede egemen güç olarak varlık gösterip gelinini denetim altında tutmaya çalışan anne-kaynana tipinin sosyetik versiyonu olarak karşımıza gelen Olcay’daki donukluktan ve konuşma temposundaki ağırlıktan dizinin akışı da etkileniyor haliyle. Nil deseniz… Öykünün neresinde olduğunu kestirmek güç. Sorunlu evlat-kardeş-görümce olarak şımarıklıkla hava basmak arasında bir yerlerde dolanıp duruyor… Şirket yönetimine girmek istemesi de, Alper’le muhabbeti de diziyi uzatmak için yaratılmış havasını estirmekte açık açık. Yani ‘Olsa ne yazar, olmazsa eksikliğini kim takar’ durumu hâkim Nil karakterine.
Ayrıca Metin-Tuğçe kanadında da tüm gelişmeler idareten işlenmiş izlenimi bırakıyor. Tuğçe’nin evden çıkmama cezasını delmek için Metin’i kullanması; yalanının Ceren tarafından duyulması; Metin’in sazan gibi sinemaya gitme teklifine atlaması… Tüm gelişmeler duygudan ve doğallıktan uzak bir aktarım diliyle yansıtılıyor dizide. Hani her aile işinde böyle yan marazlar var. Bizde de eksik kalmasın babında çıkmışlar sanki ortaya. Nasıl ki, Olcay’ın has adamı Hikmet ve karısı da, oğullarını evlendirme muhabbetindeki ev çalışanları olarak hazır kuvvet… Tıpkı laf dinleyip kötünün ekmeğine yağ süren ev çalışanları gibi!
Anlayacağınız öykünün kilit noktasıyken ve yegâne mağduruyken, henüz etkili bir hamle yapmasına fırsat tanınmayan Tülin’in hasta modunda varlık göstermeye çalıştığı ‘Yuvamdaki Düşman’ın karakter yapısı öylesine görev biçiminde sunuluyor ki, inandırıcılıktan ve bağlayıcılıktan eser kalmıyor ortada. Bunun ötesinde işin bir de mantık yönü mevcut. Orada da başarıyı engelleyen dengesizlikler diz boyu. Kısaca özetlersek…
YUVAMDAKİ DÜŞMAN’IN MANTIKSIZLIKLARI
Ceren’in dadılık olayının fazlasıyla kolay gerçekleşmesiyle başlayan intikamcılığın dayanağını, sekiz ay öncesinin iki ay daha gerisine giderek aktarmayı seçen yapım öncelikle iki hamile kadın tablosu çıkarttı karşımıza. Sevinç ve umutla beklenen bebeklerin ultrason kontrolünden sonra da içeriğin kırılma noktası olan kazaya geçildi. İşte o andan itibaren de akla takılan sorular bir bir oluşmaya başladı.
Hamileliğinin son demlerindeki karısını tek başına hastanede bırakıp işine koşturan Murat’ın duyarsızlığı bir yana, Yasemin’in o halde direksiyona geçme sorumsuzluğuna tanık eden senaryo, çok lüzummuş gibi telefonu açma derdine düşen hamilemizi bir garip kazanın içine sokuverdi. Aracı durdurup telefonu aramak yerine kemerini çözüp yere eğilmeyi tercih ederek karnındakinin hayatını yok sayan Yasemin’in aracı nasıl çarptı da Kemal’in ölümüne sebep oldu hiç anlayamadık o bölümde. Hava yastıkları havagazı mı olmuştu diye düşünüp bu evreyi ötelesek bile aklımıza hep takılı kaldı bu manasız kaza. Tek iyiliği, direksiyon başında telefon tutkusunun ölümcül olabileceği gerçeğini vurgulamasıydı hepsi o kadar.
Sonra Selin’in yani Ceren’in bebeğini kaybetme dramı çıkageldi. Bir üzüntüyle kocaman bebek nasıl kaybedilmişti? Onu da anlayamadık. Yedi aylık hamilelikte düşük değil doğum olurdu ki, doğuştan sebep bulunmadığı sürece bebeğin yaşatılması gayet mümkündü artık. Ama bebeğin ölümüyle yetinmeyen senaryo bir de rahmini alıvermişti Selin’in. Buna karşılık Yasemin’in araba kazasına rağmen gayet sağlıklı doğum yaptığını da dikkate almak lazımdı. Yani buradaki tıbbi detaylar da tıpkı kazadaki gibi garip ve akıl kurcalayan cinstendi.
Murat’ın ailesiyle daha çok vakit geçirmek istediğini söyleyip şirketin yönetimini devretmeye kalkmasına karşın ne oğluyla ne de karısıyla pek ilgilenmeyişi derseniz… Şirketin CEO’su kim olacak muhabbetini kökten yersizleştiren ve Murat’ın aile düşkünlüğünün söylediği gibi güçlü olmadığını ortaya koyan bir çelişkiydi. Nasıl ki, çocuğuyla oynamak yerine film izlemeyi tercih edişi… Karısının ilaçlarının değiştirilmesini önemsememesi Murat’ın söylem mantıksızlığını perçinleyen örneklerdi. Karısı bunalımdayken ve onca dadı vakası varken bebeğin odasına kamera koymayı düşünmeyişiyse apayrı bir soru işaretiydi!
Anneliği, iki tane agucuk yapıp bir kucaklamadan ibaret kalan Yasemin karakteri de mantığı dibe vurduranlardandı. Odası yolgeçen hanı gibi olan Yasemin’in sinir ilaçlarını uluorta bırakması ve bunların Ceren tarafından kolayca değiştirilmesi klişe mantıksızlık olarak çıkageldi. Bu denli savruk ve aciz biri anne olmayı hak ediyor muydu sahi?
Dizide dikkat çeken mantık sorunlarından bir diğeri, Olcay gibi bir kadının Ceren’e yaklaşımıydı! Baştan hiç hoşlanmadığı birine körü körüne güvenmesi öyle otoriter ve gözlemci birine hiç uygun düşmemişti. Hani erkek olsa cazibesine kapıldı diyeceğiz ama yılların tecrübesine sahip bir kadın olarak odasına alıp kahve muhabbetine girişmesi, karakterin mantığına tersti. Hele hiçbir belge görmek istememesi külliyen mantıksızdı. İnsan işe alacağı, üstelik bebek teslim edeceği birini derinlemesine araştırmaz mıydı? Özellikle de böylesine zengin ve çevresi olan biri bodoslama insan sokar mıydı evine? Mümkün değil.
Dahası Murat’ı her gördüğünde gömleğinin düğmesini açarak basitleşen Ceren’in, biletleri büyük paralarla alınan elit bir geceye ‘Ben bu bilete 10 bin dolar verdim’ diyerek iki kıytırık tehditle kolayca girmesi(Bu arada bilet fiyatı 20 bin dolara çıkmamış mıydı?) ve Yasemin’in çantasını kapıp giderken kendisini masasına davet eden adam tarafından sıkıştırılması da hem mantıksız hem de fazlasıyla ucuz bir sahne oldu. Her türlü dolapçılığı yapabilen Ceren adama bir tekme atıp elinden kurtulamadı yani. Bir kadının köşeye sıkıştırılmasının kimse tarafından fark edilmemesi, garsonun çantayı şıp diye bulması da cabası. Tüm bu süreçte sergilenenlere pes dedik zaten.
NETİCEDE; Hızlı başlangıç yapıp devamında, sağ gösterip sol vurarak şaşırtan ama sonrasını fazlasıyla bildik bir sürece dalarak getirmeye çalışan… Bu süreci doldurmak için de klişe metinlere başvurup bir filmlik içerikten dakikalar süren dizi yaratmaya heveslenerek işin özünü rutine kurban eden ‘Yuvamdaki Düşman’ külliyen gömülmeyi hak edecek türden olumsuzluk sergilemese izlenmesi kolay olmayan işlerden! Zira gerek işleniş, gerek sunum, gerekse mantık açısından sorunları olan bir yapım durumunda. Bu saatten sonra yapacak bir şey var mıdır? Takdir sizin.
Anibal GÜLEROĞLU