Zekâlarıyla fark yaratan kadınların öyküsü

Bırakın ödül almayı, aday dahi seçilemediğimiz Oscar’da yarışacak yapımları izledikçe insan ister istemez kıyaslama psikolojisine giriyor. Gözünüzü içe çeviriyorsunuz…

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Her Oscar töreni öncesi sinemamıza yönelik sorular bir kez daha uçuşmaya başlar kafamın içinde. Türk dizi sektörü, yaklaşık 100 ülkeye prodüksiyon satıp önemli bir gelişim sağlamış ve dahi Angelina Jolie’li dizi hayalciliğine dalmışken aynı oranda bir ufuk genişliğinden sinema alanında da bahsedebilir miyiz? Gerçek şu ki, Mustafa Kara yönetmenliğinde çeşitli festivallerden ödüller alan ‘Kalandar Soğuğu’yla aday adaylığına talip olup elendiğimiz 89. Oscar Ödülleri’nin arifesinde filmlerimizin içerik performanslarına baktığımızda dişe dokunur senaryolar ve yapım kalitesi sunan işleri yakalamak, samanlıkta iğne aramak kadar zor.

Nitekim ‘Moonligh’ın en iyi drama seçildiği, altı dalda ödül alan ‘La La Land’in her devirde geçer akçe olan Hollywood nostaljisini yaşattığı ve yaşam boyu onur ödülüne layık görülen Meryl Streep’in ‘‘ABD toplumunda şu anda en çok aşağılanan üç şey; Hollywood, yabancılar ve basın” sözleriyle ayrıcalık, güç ve mücadele kapasitesinin gerçek hayattaki kırıcılığını-adaletsizliğini en yalın dille özetlediği 74. Altın Küre bize bu acı gerçeği yine ve yeniden hatırlatmıştı. Şimdi Oscar performanslarıyla sinemasal acımız katmerlenecek bir kez daha.

SİNEMA FİLMLERİMİZDE KALİTE HAK GETİRE

Bırakın ödül almayı, aday dahi seçilemediğimiz Oscar’da yarışacak yapımları izledikçe insan ister istemez kıyaslama psikolojisine giriyor. Gözünüzü içe çeviriyorsunuz… Tablo pek parlak değil maalesef. Olayı, gişe getirisinin ötesine geçirmek istemeyen sinema filmlerimizin çoğunluğunda kalite hak getire. Tıpkı, dünya çapında başarıdan ziyade içerideki reklamcı reytinge endeksli dizi üretimi gibi!

Gerçek şu ki; Fuat Uzkınay’ın Ayestefanos anıtının 14 Kasım 1914’te yıkılmasına ilişkin filmiyle tarihini başlatıp 2000 yılından itibaren bütçesini ve izleyici sayısını artırarak dünyaya açılmaya çalışan sinemamız, televizyon dizisi niteliğindeki kolaycı filmlerle işi idare etmekte. Hoş zaten kadrolardaki isimler de dizilerde itibar gören yüzler olmakta. Roller ve canlandırmalar da haliyle hiç farklılık yaratmamakta. Anlayacağınız bazı örnekler hariç, sinema filmi eşittir dizi film, misali bir yaklaşım mevcut sinemamızda. ‘Kaygı’, ‘Mezarcı’ gibi yapımlar Amerika yolcusu olabiliyorlar lakin Oscar’lık iş üretemiyoruz bir türlü.

Yıllardır dünyanın en saygın sinema ödüllerinden sayılan Oscar’ın yabancı film dalına aday olabilecek kapasitede bir film çıkartamayan sinemamız, komedi sanatını sıfırlayan argo ve abazanlığı alkışlayan kesim sayesinde, gişe rekorunu bir kez daha kıran Recep İvedik’e bel bağlamış… Kılavuzu karga olanınkinden hallice durumlarla yuvarlanıp giderken, elin adamları yaşanmışlıklardan ve hayal ürünlerinden mükemmel kurgular yaratmayı sürdürmekte. Nasıl ki, Margot Lee Shetterly’nin kurgusal gerçeklere dayalı ‘Hidden Figures’ isimli kitabından uyarlanıp ülkemizde ‘Gizli Sayılar’ ismiyle yer bulan yapım da bunlardan biri. Tüm yasal engellemelere ve zorluklara rağmen zekâlarıyla fark yaratan kadınların öyküsü, hem sinemanın, gizli kahramanları dünyaya tanıtma-fikirleri yayma gücünü örneklemekte… Hem de tarihe yön veren kişilere dair biyografik filmlerin, bizde olduğu gibi, abartılara düşmeden nasıl en doğal haliyle yaratılabileceğini göstermekte. Bu nedenle dikkate alınmayı hak ediyor.

IRKÇILIĞI, AKIL GÜCÜYLE YENEN ÜÇ ‘NASA’ KADINI

Günümüz dünyasında tırmanışını hızlandıran ırkçılığa geçmişten pencere açan ‘Hidden Figures/Gizli Sayılar’ sinemasal değerinin ötesinde, Amerika’nın başında ırkçı ve ayrımcı söylemleriyle dikkat çeken başkan varken daha ayrı bir değer taşımakta kuşkusuz. Zira insanları kutuplaştırmayı hortlatanların yarattığı mevcut duruma nispet edercesine karşımıza getirilen bu öykü, çifte başarıya dayalı… Yani hem ırkçılığı yenme aşamasını işliyor, hem de kadınların her ırkta ikinci sınıf insan görülme alışkanlığının üstesinde gelme mücadelesini veriyor. Üstelik yaşanmış olaylara dayanan film tüm buları, Amerika’daki ırkçılığı saptamaya yönelik söylemleri olan benzer türdeki yapımların aksine gayet neşeli ve yapıcı dil kullanarak yapıyor... Ki, bu da onun en önemli yönü! Yapıma kısaca bakacak olursak…

Özgürlükler ve eşitlikler ülkesi olmakla övünen ancak 1961 yılında dahi kadını hor görüp ırkçı-cinsiyetçi yaklaşımlardan vazgeçmeyen Amerika’nın gerçeklerini sergileyen yapımda Afrikalı Amerikalıların maruz kaldıkları olumsuzluklar, üç siyahî kadının başarısına odaklanılarak çok naif bir anlatımla seyircinin ilgisine sunulmakta. Öyle ki; Bir yanda istedikleri okullara gidemeyen, kütüphanelerden eşit şekilde faydalanamayan, otobüslerin ve mahkemelerin arka sıralarında oturmak zorunda bırakılan, beyazlarla aynı ortamları kullanamayıp tuvaletleri dahi ayrı olan kesimin dramatik hallerinden örnekler verilirken bir yandan da akıl gücünün renkleri görünmez kılabileceği gerçeği göz önüne serilmekte. Özgürlüğün ve hakların mücadele verilmeden kazanılamayacağını vurgulayan Martin Luther King’den, sokaklarda ırkçılığa son verilmesi için gösteri yapan halka yönelik müdahaleye… Soğuk savaşın tüm gerilimini yaşayıp casusluk ve komünizm paranoyasına kapılan Amerika’daki başkanlık yarışından eyaletler arasındaki ırkçı anlayış farklılığına… Dönemsel pek çok detay sunan anlatımda mesaj çok ama esas konu, uzay yarışında Sovyetler Birliği’nden geri kalan Amerika’nın aradaki farkı kapatıp öne geçme kaygısıyla yürüttüğü NASA faaliyetlerinde kimlerin katkısının bulunduğu gerçeğine dayalı.

Yer aldığı bölgenin ırkçı yaklaşımına karşın ‘Uzay yolculuğunu gerçekleştirmede bilimsel yardım gelsin de, kökeni-teninin rengi önemli değil’ mantığının yavaş yavaş hâkim olduğu NASA’daki siyahî hesaplayıcıların gizli kahramanlığını dünyaya sunan ‘Gizli Sayılar’, 1926 yılında Batı Virginia’da küçük Katherine’in zenciler için eyaletteki en iyi okula alınmak istenmesiyle ve onun denklem çözmedeki matematik dehasını sergileyerek açılışını yapıyor. Böylece ‘İki değerin çarpımı sıfır ediyorsa mantık der ki, çarpanlardan biri baştan beri sıfırdır ve bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir’ mesajını verip en baştan düşünmeye sevk ediyor seyircisini. Ardından üç yetişkin siyahî kadının akıl gücünün derecesini, bozulan araba ve ‘Komünistlerden önce uzaya gitmeliyiz’ diyen polisin ırkçı tavırlarıyla başa çıkma noktasında ortaya koyan başlangıç, NASA’da siyahî hesaplayıcıların çalışma ortamına sokuyor bizi.

Uzaya açılıp Ay’a ilk ayak basan olma peşindeki bilim insanlarının dahi beyinlerinde örümcek bulunabileceğini gözlemlediğimiz evrede ‘analitik geometri’ bilgisinin farkı giriyor devreye. Roketlerin hızlı ama insanların eşitlikçi görüşlerinin yavaş ilerlediğini gözlemlerken, Nazi ırkçılığından kaçan Polonyalı Yahudi bilim insanının uzay aracını geliştiriyor olması ve uzaydaki başarıda siyahî kadınların matematiksel akıl gücüyle Amerika’nın başarısındaki yeri daha bir netleşiyor zihnimizde… İlaveten, bilginin ırkı-cinsiyeti aşan vazgeçilmezliği ve her kapıyı açan anahtar olduğu gerçeği de!

Neticede; Tuvalet ihtiyacını gidermek için binalar arasında koşu yapmak zorunda bırakıldığı halde yılmayıp analitik zekâsıyla kadınlara kapalı kapıları açan ve uzaydan dönüşü mümkün kılan Katherine Goble… Bilgisayarın devreye girmesiyle insan hesaplayıcılarının işsiz kalacağı gerçeğini fark edip kendini bilgisayar kurulumu-kullanımı konusunda geliştirerek erkeklere fark atan ve ekibiyle birlikte pozisyonunu sağlamlaştıran Dorothy Vaughan… Ve açtığı davayı kazanıp siyahîlerin-kadınların alınmadığı okula girmeyi başaran ilk siyahî kadın olarak uzay mühendisliğine yükselen Mary Jackson… Amerikan ırkçılığını yenerek NASA’nın Sovyetler’e uzayda kafa tutmasında büyük rol oynayıp ilklere imza atan üç kadın olarak tarihe adlarını yazdırmışlar. Bilimsel zekânın sadece yeterli olmadığını, yanı sıra yılmadan çalışıp hakkını almanın peşine düşmek için pratik akıl yollarını kullanmayı bilmenin gerektiğini, güncel yaşantılardaki zarafetle işaret etmeleri de cabası…

‘‘Bizde bazıları cahil ve okumamış kesimlerin ferasetine güvense bile, bilgileriyle Amerika’nın uzay mücadelesine katkıda bulunan gizli kahramanları gün ışığına çıkartan ‘Gizli Sayılar’ tam aksini gösteren bir tablo çizmekte’’ diyerek, bilgiden korkmamak gerektiğini vurgulayıp gayet akıcı bir üsluba sahip olan bu gerçekçi dönemselliğin izlenmesini tavsiye ederek koyalım noktayı. Zira amatörlüğü paçasından akan biyografik yapımların sinemasal değeri, sanıldığının aksine, hiç bulunmamakta ve zekâlarıyla fark yaratan kadınların öyküsü, tam da ‘kendi kendine övgü dizme’ alışkanlığındakilere örnek teşkil edecek donanımda! Umarız bir gün tarihimizdeki kahramanları aynı mantık ve sinema becerisiyle ele alarak filmleştirmek, romantik aşklardan ve kaba komediden başka işe yönelmeyen sinemacıların aklına da düşer. Böylece aşama kaydedip Oscar’a yaklaşabiliriz belki. Çıkmadık candan umut kesilmezmiş.

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal